Atlantis

bilgipedi.com.tr sitesinden
Atlantik Okyanusu'nun ortasındaki Atlantis Athanasius Kircher'in haritası
"İmparatorluğun Yıkımı", Cole Thomas,1836

Atlantis (Grekçe: Ἀτλαντὶς νῆσος, "Atlas'ın adası"), Platon'un Timeos ve Critias diyaloglarında ulusların kibirlerini alegorik bir şekilde anlatmak için kullandığı kurmaca bir ada.

Platon'un hikâyesinde Atlantis, "Herkül Sütunları'nın ötesinde" yer alan, Batı Avrupa ve Afrika'nın birçok kısmını fetheden ve Solon'un zamanından 9000 yıl önce (yaklaşık MÖ 9500) Atina'yı fethetmeye çalışan; ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır.

Platon'un eserlerinde kayda değer bir öneme sahip olmamasına rağmen Atlantis'in edebiyat alanında önemli etkileri oldu. Atlantis'in alegorik yanı, Francis Bacon'ın Yeni Atlantis ve Thomas More'un Ütopya gibi eserlerinde de işlendi. Öte yandan, 19. yüzyılın amatör bilginleri Platon'un tarih anlatma üslubunu yanlış yorumlayarak bilimsel temeli olmayan pek çok spekülasyona neden oldular. Bu konudaki en ünlü eser, Ignatius L. Donnelly'nin Atlantis: The Antediluvian World kitabıdır. Bu spekülasyonlar sonucunda Atlantis, tarihöncesinde yaşamış ve ileri teknolojiye sahip sözde kayıp uygarlıkların ortak adı hâline geldi ve çok sayıda kurmaca esere, çizgi romana ve filme ilham verdi.

Platon'un diyaloglarında gömülü bir hikâye hâlinde olan Atlantis, genellikle Platon tarafından kendi politik teorilerini anlatmak için yaratılmış bir efsane olarak görülür. Birçok akademisyen için Atlantis hikâyesinin amacı belirgin olmasına rağmen, Platon'un hikâyesinin ne kadarının eski hikâyelerden derlendiği bir tartışma konusudur. Bazı akademisyenler Platon'un hikâyeyi Thera yanardağ patlaması veya Truva Savaşı'ndaki bazı öğelerle oluşturduğunu savunurken, bazıları ise MÖ 373'te gerçekleşen Helike'nin yıkımı veya MÖ 415-413 yılları arasında gerçekleşen Atina'nın başarısız Sicilya işgali gibi olaylardan esinlendiğini savunurlar.

MÖ 421 yılında Sokrates'in evindeki bir felsefe sohbetinde Atinalı devlet adamı Kritias, dedesi Dropides'in kendisine naklettiği efsaneyi hikâye eder. Hikâyeyi dede Dropides'e nakleden ünlü Yunan şair Solon'dur. Solon'un gösterdiği kaynak ise Mısır'da bulunduğu dönemde tanıştığı Mısırlı bir keşiştir ve keşişe göre Atlantis'e ilişkin olaylar MÖ 9000 yılında gerçekleşmiştir.

Plutarkhos'a göre Sais şehrinde Solon'la konuşan rahibin adı Sonchis idi. İskenderiyeli Clemens'e göre bu aynı zamanda Pythagoras'a ders veren Mısırlı rahibin adıdır. Platon'un hem Kritias, hem de Solon'la akrabalığı vardı. Ayrıca, kendisi de Mısır'ı ziyaret ederek birkaç yıl kalmış ve inisiye olmuştu. Onun için, bazı Atlantologlar onun Atlantis konusunu yazmadan önce, bu konudaki bilgileri topladığı fikrindeler. Platon(eflatun)'a göre bu kıta çok zengindi ve soylu insanlar tarafından yönetiliyordu. Bir felaket sonucu okyanusun sularına gömülmüştü.

Kur'an'da "Ad kavmi" diye de geçer, Ad-land; Kuzey dillerinde Ad Ülkesi demektir. Kimi araştırmacılara göre, İbranice’deki, ilk insanı belirten ve adama sözcüğünden gelen "Adem", Sanskrit dilinde “ilk, başlama” anlamına gelen ve Aryenler’in ilk konuşan insan türüne verdikleri ad olan "Ad-i", Frigler’in "Attis", Kafkasyalılar’ın "Adige", Polinezyada’daki "atea", Truva öyküsündeki "Ate", Aztek mitolosindeki "Atzlan" (ada) ve Türkçedeki "ad", "ada", "ata" (pek çok dilde baba anlamına gelir) sözcükleri ile "Ad" kavminin adı arasında etimolojik bir bağlantı olabileceği düşünülmektedir.

James Churchward Atlantis'in efsanevi Mu uygarlığının bir kolonisi olduğunu belirtmiştir. İngiliz ordusunda görevli subay olarak Tibet'te bulunmuş, daha sonra dünyayı gezmiş ve araştırmalar yapmıştır. James Churchward 1883'te, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkartmıştır. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düşmüş ve bu manastırın, Büyük Rahipler Kardeşliğinin önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, 15 bin yıl önce yazılmış Naacal Tabletlerini göstermiştir.

Günümüz filologları ve klasikçiler öykünün kurgusal karakteri konusunda hemfikir olsalar da, esin kaynağının ne olduğu konusunda hala tartışmalar sürmektedir. Platon'un, örneğin Gyges'in öyküsünde olduğu gibi, bazı alegori ve metaforlarını eski geleneklerden serbestçe ödünç aldığı bilinmektedir. Bu durum bazı bilim adamlarını Atlantis'in Mısır'daki Thera patlaması, Deniz Halkları istilası ya da Truva Savaşı kayıtlarından esinlenmiş olabileceği ihtimalini araştırmaya yöneltmiştir. Diğerleri bu gelenek zincirini mantıksız bularak reddetmiş ve Platon'un MÖ 415-413'te Sicilya'nın başarısızlıkla sonuçlanan Atina istilası ya da MÖ 373'te Helike'nin yok edilmesi gibi çağdaş olaylardan gevşek bir ilham alarak tamamen kurgusal bir anlatım yarattığında ısrar etmişlerdir.

Platon'un diyalogları

Timaeus

Platon'un Timaeus'unun on beşinci yüzyıl Latince çevirisi

Atlantis ile ilgili tek birincil kaynak Platon'un Timaeus ve Critias diyaloglarıdır; adadan bahsedilen diğer tüm eserler bu diyaloglara dayanmaktadır. Diyaloglar, MÖ 590 ve 580 yılları arasında Mısır'ı ziyaret eden Solon'dan alıntı yaptıklarını iddia ederler; Atlantis ile ilgili Mısır kayıtlarını tercüme ettiğini belirtirler. MÖ 360 yılında yazılan Timaeus'da Platon Atlantis'i tanıtmıştır:

Kayıtlarımızda, bir zamanlar Devletinizin, Atlantik okyanusunun uzak bir noktasından başlayarak tüm Avrupa'ya ve Asya'ya saldırmak için küstahça ilerleyen güçlü bir ordunun rotasını nasıl durdurduğu anlatılır. Çünkü okyanus o zamanlar seyrüsefere elverişliydi; çünkü siz Yunanlıların 'Herakles'in sütunları' dediğiniz ağzın önünde, Libya ve Asya'nın toplamından daha büyük bir ada vardı; ve o zamanın yolcuları için buradan diğer adalara ve adalardan da karşılarındaki bu gerçek okyanusu çevreleyen kıtanın tamamına geçmek mümkündü. Çünkü burada, sözünü ettiğimiz ağzın içinde uzanan her şey, açıkça dar bir girişi olan bir limandır; ama şuradaki gerçek bir okyanustur ve onu çevreleyen kara parçası, en tam ve en gerçek anlamıyla bir kıta olarak adlandırılabilir. Şimdi bu Atlantis adasında, tüm adaya ve diğer birçok adaya ve kıtanın bazı bölümlerine egemen olan büyük ve olağanüstü güce sahip bir krallar konfederasyonu vardı.

Bu iki diyalogda yer alan dört kişi politikacılar Critias ve Hermocrates ile filozoflar Socrates ve Locri'li Timaeus'tur, ancak Atlantis'ten sadece Critias bahseder. Platon eserlerinde, karşıt görüşleri bir varsayım bağlamında tartışmak için Sokratik yöntemden geniş ölçüde yararlanır.

Timaeus bir girişle başlar, ardından evrenin ve eski uygarlıkların yaratılışları ve yapıları anlatılır. Giriş bölümünde Sokrates, Platon'un Cumhuriyet'inde (MÖ 380 civarı) tarif edilen mükemmel toplum hakkında düşünür ve kendisinin ve misafirlerinin böyle bir toplumu örnekleyen bir hikâye hatırlayıp hatırlayamayacaklarını merak eder. Kritias, mükemmel bir örnek oluşturacağını düşündüğü tarihsel bir öyküden bahseder ve ardından Kritias'ta kaydedildiği şekliyle Atlantis'i anlatır. Onun anlatımında, antik Atina "mükemmel toplumu" ve Atlantis de onun karşıtını temsil ediyor gibi görünmekte ve Cumhuriyet'te tanımlanan "mükemmel" özelliklerin tam karşıtını temsil etmektedir.

Kritias

Critias'a göre, eski Helen tanrıları her tanrının kendi payına düşeni alabilmesi için toprağı bölüştürdü; Poseidon uygun bir şekilde ve kendi beğenisine göre Atlantis adasını miras bıraktı. Ada Antik Libya ve Küçük Asya'nın toplamından daha büyüktü, ancak daha sonra bir depremle battı ve okyanusun herhangi bir yerine seyahati engelleyen geçilmez bir çamur sığlığı haline geldi. Platon, Mısırlıların Atlantis'i kuzey kısımlarında ve kıyı boyunca çoğunlukla dağlardan oluşan ve güneyde "bir yönde üç bin stadyum [yaklaşık 555 km; 345 mil] uzanan dikdörtgen şeklinde büyük bir ovayı kapsayan bir ada olarak tanımladıklarını, ancak merkezin iç kısımlarında iki bin stadyum [yaklaşık 370 km; 230 mil] olduğunu" iddia etmiştir. Kıyıdan elli stadyum [9 km; 6 mil] uzakta her tarafı alçak bir dağ vardı... onu çepeçevre ayırıyordu... merkezdeki adanın çapı beş stadyumdu [yaklaşık 0,92 km; 0,57 mil].

Platon'un metaforik hikâyesinde Poseidon, Evenor ve Leucippe'nin kızı Cleito'ya aşık olmuş ve Cleito ona beş çift erkek ikiz doğurmuştur. Bunlardan en büyüğü olan Atlas, tüm adanın ve okyanusun (onun onuruna Atlantik Okyanusu olarak adlandırılır) haklı kralı ilan edilir ve doğduğu dağ ile çevresindeki bölge kendisine tımar olarak verilir. Atlas'ın ikizi Gadeirus ya da Yunanca'da Eumelus'a adanın Herkül'ün sütunlarına doğru olan ucu verilmiştir. Diğer dört ikiz çifte de -Ampheres ve Evaemon, Mneseus ve Autochthon, Elasippus ve Mestor ve Azaes ve Diaprepes- "birçok insanın ve geniş bir bölgenin yönetimi" verildi.

Poseidon aşkının yaşadığı dağı oyarak bir saray haline getirmiş ve etrafını bir ila üç stadyum arasında değişen ve büyüklükleri orantılı kara halkalarıyla ayrılmış, genişliği artan üç dairesel hendekle çevirmiştir. Atlantisliler daha sonra dağdan kuzeye doğru köprüler inşa ederek adanın geri kalanına bir rota oluşturdular. Denize doğru büyük bir kanal kazdılar ve köprülerin yanı sıra dağın etrafındaki şehre gemilerin geçebilmesi için kaya halkalarına tüneller oydular; hendeklerin kaya duvarlarından rıhtımlar oydular. Şehre açılan her geçit kapılar ve kulelerle korunuyordu ve şehrin her halkasını bir duvar çevreliyordu. Duvarlar, hendeklerden çıkarılan kırmızı, beyaz ve siyah kayalardan inşa edilmiş ve sırasıyla pirinç, kalay ve değerli metal orikalkum ile kaplanmıştır.

Critias'a göre, onun yaşadığı dönemden 9.000 yıl önce Cebelitarık Boğazı'ndaki Herkül Sütunları'nın dışında kalanlar ile içinde yaşayanlar arasında bir savaş meydana gelmiştir. Atlantisliler, Libya'nın Herkül Sütunları içinde kalan kısımlarını, Mısır'a kadar ve Avrupa kıtasını Tyrrhenia'ya kadar fethetmiş ve halkını köleliğe tabi tutmuşlardı. Atinalılar, Atlantis imparatorluğuna karşı direnişçilerden oluşan bir ittifaka liderlik ettiler ve ittifak dağılınca, imparatorluğa karşı tek başlarına galip gelerek işgal edilen toprakları kurtardılar.

Ancak daha sonra şiddetli depremler ve seller meydana geldi; ve tek bir talihsiz gün ve gecede tüm savaşçı adamlarınız bir vücut halinde toprağa battı ve Atlantis adası da aynı şekilde denizin derinliklerinde kayboldu. Bu nedenle o bölgelerdeki deniz geçilmez ve aşılmazdır, çünkü yolda bir çamur sürüsü vardır; ve buna adanın çökmesi neden olmuştur.

Lesboslu logograf Hellanicus, Atlantis adlı daha eski bir eser yazmıştır ve bu eserden günümüze sadece birkaç parça kalmıştır. Hellanicus'un eseri Atlas'ın kızlarıyla ilgili bir soyağacı gibi görünmektedir (Yunanca'da Ἀτλαντὶς "Atlas'ın" anlamına gelmektedir), ancak bazı yazarlar Platon'un adasıyla olası bir bağlantı olduğunu öne sürmüşlerdir. John V. Luce, Platon'un Atlantis krallarının soyağacı hakkında yazarken Hellanicus ile aynı tarzda yazdığını ve Hellanicus'un eserinin bir parçası ile Critias'taki bir anlatım arasında bir benzerlik olduğunu öne sürdüğünü belirtmektedir. Rodney Castleden, Platon'un eserinin başlığını Hellanicus'tan ödünç almış olabileceğini ve onun da eserini Atlantis'le ilgili daha eski bir esere dayandırmış olabileceğini öne sürer.

Castleden, Platon'un Atlantis'i M.Ö. 359'da Sicilya'dan Atina'ya döndüğünde yazdığına işaret etmiştir. Siraküza'nın fiziksel organizasyonu ve tahkimatı ile Platon'un Atlantis tasviri arasında bir dizi paralellik olduğunu belirtmiştir. Gunnar Rudberg, Platon'un Siraküza kentinde siyasi fikirlerini gerçekleştirme girişiminin Atlantis anlatısına büyük ölçüde ilham vermiş olabileceği fikrini ayrıntılı olarak ele alan ilk kişidir.

Yorumlar

Antik Çağ

Herodot'un dünya tasvirine dayanan antik bir harita olan Oikoumene'nin (yerleşik dünya) yeniden inşası, MÖ 450 civarı

Bazı antik yazarlar Atlantis'i kurgusal ya da mecazi bir efsane olarak görürken, diğerleri gerçek olduğuna inanıyordu. Aristoteles, hocası Platon'un adayı felsefe öğretmek için icat ettiğine inanıyordu. Platon'un öğrencisi Xenocrates'in öğrencisi olan filozof Crantor, hikâyenin tarihsel bir gerçek olduğunu düşünen yazarlara örnek olarak gösterilir. Timaeus üzerine bir yorum olan eseri kayıptır, ancak MS beşinci yüzyılda yaşamış bir Neoplatonist olan Proclus bundan bahseder. Söz konusu pasaj modern literatürde ya Crantor'un Mısır'ı ziyaret ettiği, rahiplerle konuştuğu ve hikâyeyi doğrulayan hiyeroglifleri gördüğü ya da bunları Mısır'a gelen diğer ziyaretçilerden öğrendiği şeklinde sunulmuştur. Proclus şöyle yazmıştır:

Atlantislilerle ilgili bu anlatının tamamına gelince, Platon'un ilk yorumcusu olan Crantor gibi bazıları bunun süslenmemiş bir tarih olduğunu söyler. Crantor ayrıca Platon'un çağdaşlarının onu Cumhuriyet'in mucidi olmayıp Mısırlıların kurumlarını kopyaladığı için şaka yollu eleştirdiklerini söyler. Platon bu eleştirileri, Atinalılar ve Atlantisliler hakkındaki bu hikâyeyi Mısırlılara atfedecek kadar ciddiye almış ve böylece Atinalıların bir zamanlar gerçekten de bu sisteme göre yaşadıklarını söyletmiştir.

Bir sonraki cümle genellikle "Crantor, bunun [Platon tarafından anlatılan] bu ayrıntıların hala korunmuş olan sütunlarda yazılı olduğunu iddia eden Mısırlıların peygamberleri tarafından kanıtlandığını ekler" şeklinde çevrilir. Ancak orijinalinde cümle Crantor ismiyle değil, belirsiz bir şekilde He ile başlar; bunun Crantor'a mı yoksa Platon'a mı atıfta bulunduğu önemli bir tartışma konusudur. Hem metaforik bir mit olarak Atlantis'in hem de tarih olarak Atlantis'in savunucuları zamirin Crantor'a gönderme yaptığını ileri sürmüşlerdir.

Alan Cameron zamirin Platon'a atıfta bulunuyormuş gibi yorumlanması gerektiğini ve Proclus'un "Atinalıların tüm bu başarısı hakkında, her ne kadar bazıları bunu tarih, bazıları da efsane olarak kabul etse de, bunun ne sadece bir efsane ne de süslenmemiş bir tarih olduğunu aklımızda tutmalıyız" diye yazdığında, "Crantor'un görüşünü sadece kişisel bir görüş olarak ele aldığını, daha fazlası olmadığını; aslında önce alıntı yaptığını ve sonra da kabul edilemez iki uçtan birini temsil ettiği için reddettiğini" savunur.

Cameron ayrıca, ister Platon'a ister Crantor'a atıfta bulunsun, ifadenin Otto Muck'un "Crantor Sais'e geldi ve orada Neith tapınağında Atlantis tarihinin kaydedildiği tamamen hiyerogliflerle kaplı sütunu gördü. Bilginler bunu onun için tercüme ettiler ve o da onların anlattıklarının Platon'un Atlantis'le ilgili anlattıklarıyla tamamen uyuştuğuna tanıklık etti" ya da J. V. Luce'nin Crantor'un "Mısır'a özel bir soruşturma" gönderdiği ve sadece Platon'un kendi iddialarına atıfta bulunuyor olabileceği önerisi.

Proclus'un "Timaeus" üzerine yaptığı yorumdan bir başka pasaj Atlantis'in coğrafyasının bir tanımını verir:

Böyle bir doğaya ve büyüklüğe sahip bir adanın bir zamanlar var olduğu, dış denizin etrafındaki şeyleri araştıran bazı yazarların söylediklerinden anlaşılmaktadır. Onlara göre, onların zamanında bu denizde Persephone için kutsal olan yedi ada vardı ve ayrıca biri Hades, diğeri Ammon ve bunların arasında Poseidon için kutsal olan ve genişliği bin stadia [200 km] olan muazzam büyüklükte üç ada daha vardı; Bu adada yaşayanlar -bunu da ekliyorlar- atalarından, orada gerçekten var olan ve uzun çağlar boyunca Atlantik denizindeki tüm adalara hükmetmiş olan ve kendisi de aynı şekilde Poseidon için kutsal olan ölçülemeyecek kadar büyük Atlantis adasının hatırasını saklıyorlardı. Marcellus bunları Aethiopica'sında yazmıştır.

Marcellus'un kimliği belirsizdir.

Atlantis'in varlığına inanan diğer antik tarihçiler ve filozoflar Strabo ve Posidonius'tur. Bazıları M.Ö. altıncı yüzyıldan önce "Herkül Sütunları "nın Laconia Körfezi'nin iki yanındaki dağlar için kullanılmış olabileceğini ve Ege'deki sütun kültünün bir parçası olabileceğini teorize etmişlerdir. Bu dağlar Yunanistan'ın en güneyinde, Mora Yarımadası'nın en büyüğü olan ve Akdeniz'e açılan körfezin iki yanında yer alıyordu. Bu da Atlantis'i Akdeniz'e yerleştirir ve Platon'un tartışmasındaki pek çok detayı doğrulardı.

Dördüncü yüzyıl tarihçisi Ammianus Marcellinus, M.Ö. birinci yüzyılda yazan tarihçi Timagenes'in kayıp bir eserine dayanarak, Galya Druidlerinin Galya sakinlerinin bir kısmının uzak adalardan buraya göç ettiklerini söylediklerini yazar. Bazıları Ammianus'un ifadesini Atlantis'in denize battığı sırada sakinlerinin batı Avrupa'ya kaçtığı iddiası olarak anlamıştır; ancak Ammianus aslında "Drasidae (Druidler) nüfusun bir kısmının yerli olduğunu ancak diğerlerinin de adalardan ve Ren Nehri'nin ötesindeki topraklardan göç ettiğini hatırlıyorlar" (Res Gestae 15. 9), bu da göçmenlerin Galya'ya Atlantik Okyanusu'nun güneybatısındaki teorik bir yerden değil, kuzeyden (Britanya, Hollanda veya Almanya) geldiğinin bir göstergesidir. Bunun yerine, okyanus kıyısında yaşayan Keltlerin kendilerine okyanustan gelen ikiz tanrılara (Dioscori) saygı duydukları bildirilmiştir.

Yahudi ve Hıristiyan

Birinci yüzyılın başlarında Helenistik Yahudi filozof Philo, Atlantis'in yok oluşu hakkında Dünyanın Sonsuzluğu Üzerine, xxvi. 141, Aristoteles'in halefi Theophrastus'a atıfta bulunduğu iddia edilen daha uzun bir pasajda:

... Platon'un Timaeus'ta söylediği gibi, Afrika ve Asya'dan daha büyük olan Atalantes adası [çevirmenin yazımı; orijinali: "Ἀτλαντίς"], olağanüstü bir deprem ve su baskını sonucunda bir gün ve gecede denizin altında kaldı ve aniden yok oldu, aslında gezilebilir değil, körfezler ve girdaplarla dolu bir deniz haline geldi.

İlahiyatçı Joseph Barber Lightfoot (Apostolic Fathers, 1885, II, s. 84) bu pasaj hakkında şunları kaydetmiştir: "Clement muhtemelen Herkül'ün sütunları olmadan uzanan, bilinen ama zor ulaşılan bir topraktan bahsediyor olabilir. Ama daha büyük bir olasılıkla, Platon'un efsanevi Atlantis'i gibi, okyanusun ötesinde, uzak batıda bilinmeyen bir ülkeyi düşünüyordu..."

Diğer ilk Hıristiyan yazarlar da Atlantis hakkında yazmışlardır, ancak Atlantis'in bir zamanlar var olup olmadığı ya da pagan kökenli güvenilmez bir efsane olup olmadığı konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Tertullian Atlantis'in bir zamanlar gerçek olduğuna inanmış ve Platon'un Atlantis'le ilgili coğrafi tanımına atıfta bulunarak Atlantik Okyanusu'nda bir zamanlar "Libya ya da Asya'ya eşit büyüklükte bir ada" bulunduğunu yazmıştır. İlk Hıristiyan apolojist yazar Arnobius da Atlantis'in bir zamanlar var olduğuna inanmış, ancak yok olmasından putperestleri sorumlu tutmuştur.

Altıncı yüzyılda Cosmas Indicopleustes, dünyanın düz ve sularla çevrili olduğu teorisini kanıtlamak amacıyla Hıristiyan Topografyası adlı eserinde Atlantis'ten bahsetmiştir:

... Aynı şekilde filozof Timaeus da bu Dünya'yı Okyanus'la, Okyanus'u da daha uzak bir Dünya'yla çevrili olarak tanımlar. Çünkü batıda, Okyanus'ta, Gadeira (Cadiz) yönünde uzanan, muazzam büyüklükte bir ada, Atlantis olduğunu varsayar ve bu adadaki uluslardan paralı askerler alan on kralın çok uzaklardan gelip Avrupa ve Asya'yı fethettiklerini, ancak daha sonra Atinalılar tarafından fethedildiklerini, bu arada adanın kendisinin Tanrı tarafından denizin altına gömüldüğünü anlatır. Hem Platon hem de Aristoteles bu filozofu överler ve Proclus onun üzerine bir yorum yazmıştır. Kendisi de bazı değişikliklerle bizimkine benzer görüşler dile getirir ve olayların geçtiği yeri doğudan batıya aktarır. Dahası, bu on nesilden ve Okyanus'un ötesinde yer alan dünyadan bahseder. Kısacası, hepsinin Musa'dan ödünç aldıkları ve onun ifadelerini kendilerininmiş gibi yayınladıkları açıktır.

Ignatius L. Donnelly'nin Atlantis: the Antediluvian World, 1882 adlı kitabından Atlantis İmparatorluğu'nun varsayılan genişliğini gösteren bir harita

Modern

Platon'un orijinal anlatımının yanı sıra, Atlantis'e ilişkin modern yorumlar, akademisyenlerin Atlantis'i Yeni Dünya ile özdeşleştirmeye başladıkları on altıncı yüzyılda başlayan çeşitli, spekülatif hareketlerin bir karışımıdır. Francisco Lopez de Gomara, Francis Bacon ve Alexander von Humboldt gibi Platon'un Amerika'dan bahsettiğini belirten ilk kişiydi; Janus Joannes Bircherod 1663'te orbe novo non-novo ("Yeni Dünya yeni değildir") dedi. Athanasius Kircher, Atlantis'i Atlantik Okyanusu'nda küçük bir kıta olarak tanımlayarak Platon'un anlatımını kelimesi kelimesine doğru kabul etmiştir.

Atlantis'e ilişkin çağdaş algıların kökleri, Avrupalıların Amerika'nın yerli halklarıyla ilk karşılaşmalarında hayal güçlerini besledikleri Modern Çağ'ın başlangıcına kadar izlenebilen Mayacılıkla paylaşılmaktadır. Bu dönemden itibaren, sonraki birçok teorisyen nesline ilham verecek kıyamet ve ütopik vizyonlar ortaya çıkmıştır.

Bu yorumların çoğu sözde tarih, sözde bilim veya sözde arkeoloji olarak kabul edilir, çünkü çalışmalarını akademik veya bilimsel olarak sunmuşlardır, ancak standartlardan veya kriterlerden yoksundurlar.

Flaman haritacı ve coğrafyacı Abraham Ortelius'un, kıtaların bugünkü konumlarına sürüklenmeden önce birleştiğini düşünen ilk kişi olduğuna inanılmaktadır. Thesaurus Geographicus adlı eserinin 1596 baskısında şunları yazmıştır: "Eğer bu bir masal değilse, Gadir ya da Gades [Cadiz] adası, (Platon'un Timaeus'ta bildirdiği gibi) depremler ve sellerle Avrupa ve Afrika'dan koparılıp batırılmamış olan Atlantis ya da Amerika adasının kalan parçası olacaktır... Kopmaların izleri, bir dünya haritası kullanarak dikkatle inceleyen herkese, söz konusu bu üç ülkenin kıyılarının birbirine bakan kısımlarında Avrupa ve Afrika'nın çıkıntıları ve Amerika'nın girintileri ile gösterilir. Öyle ki herkes Strabon'un 2. Kitap'ta söylediği gibi, Platon'un Solon'a dayanarak Atlantis adası hakkında söylediklerinin hayal ürünü olmadığını söyleyebilir."

Erken dönem etkili literatür

"Ütopya" ("hiçbir yer "den) terimi Sir Thomas More tarafından on altıncı yüzyılda yazdığı kurgu eseri Ütopya'da kullanılmıştır. Platon'un Atlantis'inden ve gezginlerin Amerika'ya dair anlatılarından esinlenen More, Yeni Dünya'da geçen hayali bir ülkeyi tasvir etmiştir. More'un idealist vizyonu Amerika kıtası ile ütopik toplumlar arasında bir bağlantı kurmuş ve bu tema Bacon tarafından The New Atlantis (1623 civarı) adlı eserinde ele alınmıştır. Anlatıdaki bir karakter Platon'unkine benzer bir Atlantis tarihi verir ve Atlantis'i Amerika'ya yerleştirir. İnsanlar Maya ve Aztek kalıntılarının Atlantis'in kalıntıları olabileceğine inanmaya başlamıştı.

Mayacılığın Etkisi

Mayaların kökenine dair pek çok spekülasyon ortaya atılmış, bu da keşifleri İncil bağlamında rasyonalize etmeye çalışan ve Eski ve Yeni Dünya arasındaki bağlantılarda ırkçılığın alt tonlarını taşıyan çeşitli anlatı ve yayınlara yol açmıştır. Avrupalılar yerli halkın aşağı olduğuna ve şu anda harabe halinde olan bir yeri inşa etmekten aciz olduklarına inanıyor ve ortak bir tarihi paylaşarak başka bir ırkın sorumlu olması gerektiğini ima ediyorlardı.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarında ve sonlarında, Charles Etienne Brasseur de Bourbourg'dan başlayarak Edward Herbert Thompson ve Augustus Le Plongeon da dahil olmak üzere birçok tanınmış Mezoamerikan bilim adamı Atlantis'in bir şekilde Maya ve Aztek kültürüyle ilişkili olduğunu resmen öne sürdüler.

Fransız bilim adamı Brasseur de Bourbourg 1800'lerin ortalarında Mezoamerika'yı kapsamlı bir şekilde gezmiş ve başta kutsal kitap Popol Vuh olmak üzere Maya metinlerinden yaptığı çevirilerin yanı sıra bölgenin kapsamlı bir tarihini yazmasıyla tanınmıştır. Ancak bu yayınlardan kısa bir süre sonra Brasseur de Bourbourg, Maya halklarının, ırksal olarak üstün Atlantis uygarlığının hayatta kalan nüfusu olduğuna inandığı Toltekler'in soyundan geldiğini iddia etmesi nedeniyle akademik güvenilirliğini kaybetti. Çalışmaları, Jean Frederic Waldeck'in Mısır ve Eski Dünya'nın diğer yönlerini görsel olarak ima eden ustalıklı, romantik illüstrasyonlarıyla birleştiğinde, dünyalar arasındaki bağlantılara büyük ilgi uyandıran otoriter bir fantezi yarattı.

Brasseur de Bourbourg'un yayılma teorilerinden esinlenen sözde arkeolog Augustus Le Plongeon, Mezoamerika'ya gitti ve birçok ünlü Maya kalıntısının ilk kazılarından bazılarını gerçekleştirdi. Le Plongeon, Mu krallığı destanı gibi, kendisi, karısı Alice ve Mısır tanrıları Osiris ve İsis'in yanı sıra Homeros'un epik şiirinden (sadece efsanevi olarak tanımlanan) Truva antik kentini yeni keşfetmiş olan Heinrich Schliemann ile romantik bağlantılar kuran anlatılar icat etti. Ayrıca Yunan ve Maya dilleri arasında Atlantis'in yok oluşuna dair bir anlatı oluşturan bağlantılar bulduğuna inanıyordu.

Ignatius Donnelly

1882 yılında Ignatius L. Donnelly tarafından Atlantis: Antediluvian World adlı kitabın yayınlanması Atlantis'e olan popüler ilgiyi artırmıştır. Donnelly, Mayaizm'in ilk çalışmalarından büyük ölçüde esinlenmiş ve onlar gibi, bilinen tüm eski uygarlıkların, teknolojik açıdan sofistike ve daha ileri bir kültür olarak gördüğü Atlantis'ten türediğini ortaya koymaya çalışmıştır. Donnelly, Eski ve Yeni Dünyalardaki yaratılış hikayeleri arasında paralellikler kurarak, bağlantıları İncil'deki Cennet Bahçesi'nin var olduğuna inandığı Atlantis'e bağladı. Kitabının başlığından da anlaşılacağı üzere, Atlantis'in İncil'de bahsedilen Büyük Tufan tarafından yok edildiğine de inanıyordu.

Donnelly "on dokuzuncu yüzyıl Atlantis uyanışının babası" olarak anılmaktadır ve efsanenin günümüzde de devam etmesinin nedenidir. İstemeden de olsa tarih ve bilime alternatif bir sorgulama yöntemini ve mitlerin yeni ya da özel bir kavrayışa sahip olduklarına inanan insanlar tarafından "ustaca" yorumlanmalarına yol açan gizli bilgiler içerdiği fikrini desteklemiştir.

Madam Blavatsky ve Teosofistler

William Scott-Elliott'a göre Atlantis Haritası (The Story of Atlantis, Rusça baskı, 1910)

Teosofistlerin kurucusu Helena Petrovna Blavatsky, aslen Atlantis'te yazdırıldığını iddia ettiği Gizli Öğreti'yi (1888) yazdığında Donnelly'nin yorumlarını benimsedi. Atlantislilerin kültürel kahramanlar olduğunu savunmuştur (onları esas olarak askeri bir tehdit olarak tanımlayan Platon'un aksine). Bir tür ırksal evrime inanıyordu (primat evriminin aksine). Onun evrim sürecinde Atlantisliler dördüncü "kök ırk "tı ve onları beşinci ırk olan ve modern insan ırkıyla özdeşleştirdiği "Ari ırk" izledi.

Blavatsky kitabında Atlantis uygarlığının 1.000.000 ila 900.000 yıl önce zirveye ulaştığını, ancak sakinlerinin psişik ve doğaüstü güçlerini tehlikeli bir şekilde kullanmalarının yol açtığı iç savaş nedeniyle kendini yok ettiğini bildirmiştir. Antroposofi ve Waldorf Okullarının kurucusu Rudolf Steiner ve Annie Besant gibi diğer tanınmış Teosofistler de aynı şekilde kültürel evrim üzerine yazmışlardır. Diğer okültistler de aynı yolu izlemiş, en azından okült uygulamaların izini Atlantis'e kadar sürmüşlerdir. En ünlüleri arasında Ezoterik Tarikatlar ve Çalışmaları adlı kitabıyla Dion Fortune yer almaktadır.

Rudolf Steiner ve Hanns Hörbiger'in fikirlerinden yararlanan Egon Friedell, Kulturgeschichte des Altertums [de] adlı kitabına ve dolayısıyla antik çağın tarihsel analizine Atlantis'in antik kültürü ile başlamıştır. Kitap 1940 yılında yayınlandı.

Nazizm ve okültizm

Blavatsky ayrıca Atlantis efsanesini, dev ve tanrısal bir ırka ev sahipliği yapan aynı adlı Kuzey Avrupa bölgesini içeren Yunan efsanelerine bir gönderme olan efsanevi Hyperborea kıtasında "Doğululaştıran" 18. yüzyıl astronomu Jean-Sylvain Bailly'nin çalışmalarından da esinlenmiştir. Dan Edelstein, Blavatsky'nin bu teoriyi Gizli Doktrin'de yeniden şekillendirmesinin Nazilere mitolojik bir emsal ve ideolojik platformları ve müteakip soykırımları için bir bahane sağladığını iddia etmektedir. Ancak Blavatsky'nin yazılarında Atlantislilerin aslında modern Amerikan yerlilerinin, Moğolların ve Malayalıların ataları olan Mongoloid özellikler taşıyan zeytin tenli halklar olduğu belirtilmektedir.

Atlantislilerin Hyperborean, Kuzey Atlantik'te ya da hatta uzak Kuzey'de ortaya çıkan Nordik süpermenler olduğu fikri, Guido von List ve diğerleri tarafından yayılan 1900 civarında Alman ariosofik hareketinde popülerdi. Alman Nazi Partisi'nden önce gelen antisemit bir Münich locası olan Thule Gesellschaft'a adını vermiştir (bkz. Thule). Karl Georg Zschaetzsch [de] (1920) ve Herman Wirth (1928) Atlantis'ten Kuzey Yarımküre'ye ve ötesine yayılan bir "Nordik-Atlantik" veya "Aryan-Nordik" ana ırktan bahseden ilk akademisyenlerdir. Hiperboreanlar Yahudi halkı ile karşılaştırıldı. Parti ideoloğu Alfred Rosenberg (The Myth of the Twentieth Century, 1930) ve SS lideri Heinrich Himmler bunu resmi doktrinin bir parçası haline getirdi. Bu fikir Julius Evola (1934) ve daha yakın zamanda Miguel Serrano (1978) gibi Ezoterik Nazizm taraftarları tarafından takip edilmiştir.

Atlantis'in Kafkas ırkının anavatanı olduğu fikri, Atlantislilerin Kafkas olmayan kahverengi tenli halklar olduğunu öğreten eski Ezoterik ve Teosofik grupların inançlarıyla çelişir. Teosofi Cemiyeti de dahil olmak üzere modern Ezoterik gruplar, Atlantis toplumunun üstün ya da Ütopik olduğunu düşünmezler, aksine onu evrimin daha düşük bir aşaması olarak görürler.

Edgar Cayce

Durugörü uzmanı Edgar Cayce sık sık Atlantis'ten söz ederdi. "Yaşam okumaları" sırasında, deneklerinin çoğunun orada yaşamış olan insanların reenkarnasyonları olduğunu iddia etmiştir. Onların kolektif bilinçlerine, "Akaşik Kayıtlar "a (Teosofi'den ödünç alınmış bir terim) ulaşarak, Cayce kayıp kıtanın ayrıntılı tasvirlerini yapabildiğini ilan etti. Ayrıca Atlantis'in 1960'larda yeniden "yükseleceğini" (o on yılda efsanenin büyük bir popülerlik kazanmasına yol açtı) ve Mısır Sfenksi'nin altında Atlantis'in tarihi metinlerini barındıran bir "Kayıtlar Salonu" olduğunu iddia etti.

Son zamanlar

Kıtaların kayması 1960'larda geniş çapta kabul görmeye başladıkça ve levha tektoniği konusundaki artan anlayış jeolojik olarak yakın geçmişte kayıp bir kıtanın imkânsızlığını ortaya koydukça, Atlantis'in "Kayıp Kıta" teorilerinin çoğu popülerliğini yitirmeye başladı.

Arizona Üniversitesi'nde Felsefe Profesörü olan Platon uzmanı Julia Annas bu konuda şunları söylemiştir

Devam eden Atlantis'i keşfetme endüstrisi Platon'u okumanın tehlikelerini göstermektedir. Çünkü o açıkça kurgunun standart bir aracı haline gelen bir şeyi kullanmaktadır - bir olayın tarihselliğini vurgulamak (ve şimdiye kadar bilinmeyen otoritelerin keşfi), ardından gelen şeyin kurgu olduğunun bir göstergesi olarak. Buradaki fikir, hikayeyi hükümet ve güç hakkındaki fikirlerimizi incelemek için kullanmamız gerektiğidir. Bu konular hakkında düşünmek yerine deniz yatağını keşfetmeye çıkarsak asıl noktayı kaçırmış oluruz. Burada Platon'un tarihçi olarak sürekli yanlış anlaşılması, onun hayali yazılara karşı duyduğu güvensizliğin neden bazen haklı olduğunu görmemizi sağlar.

Atlantis öyküsünün tarihsel bağlamı için önerilen açıklamalardan biri, Platon'un çağdaşı olan dördüncü yüzyıl yurttaşlarını deniz gücü için çabalamalarına karşı uyarmasıdır.

Kenneth Feder, Critias'ın Timaeus'taki öyküsünün önemli bir ipucu sağladığına işaret eder. Diyalogda Kritias, Sokrates'in varsayımsal toplumuna atıfta bulunarak şöyle der:

Sen dün kentin ve yurttaşların hakkında konuşurken, az önce sana tekrarladığım hikâye aklıma geldi ve gizemli bir tesadüf eseri Solon'un anlattıklarıyla neredeyse her konuda aynı fikirde olduğunu hayretle fark ettim...

Feder, A. E. Taylor'ın şu sözlerini aktarır: "Solon'un rahiplerle konuşması ve Atlantis'le ilgili şiiri yazma niyeti hakkındaki tüm anlatının Platon'un hayal gücünün bir uydurması olduğu bize bundan daha açık bir şekilde anlatılamazdı."

Konum hipotezleri

Donnelly'nin gününden bu yana Atlantis için düzinelerce yer önerilmiştir, öyle ki bu isim Platon'un anlatısının ayrıntılarından koparılarak genel bir kavram haline gelmiştir. Bu durum, önerilen pek çok yerin Atlantik'in içinde yer almadığı gerçeğine de yansımaktadır. Bugün çok azı bilimsel ya da arkeolojik hipotezlerdir, diğerleri ise psişik (örneğin Edgar Cayce) ya da diğer sözde bilimsel yollarla ortaya atılmıştır. (Örneğin Atlantis araştırmacıları Jacques Collina-Girard ve Georgeos Díaz-Montexano, her biri diğerinin hipotezinin sahte bilim olduğunu iddia etmektedir). Önerilen yerlerin birçoğu Atlantis hikayesinin bazı özelliklerini (su, felaketle sonuçlanan son, ilgili zaman dilimi) paylaşmaktadır, ancak hiçbirinin gerçek bir tarihi Atlantis olduğu kanıtlanmamıştır.

Santorini kalderası 24 Haziran 2022 tarihinde Uluslararası Uzay İstasyonu'ndan çekilmiştir. Minos patlaması olayından ve 1964'te adadaki Akrotiri'nin keşfinden bu yana, bu konum Atlantis'in yeri olduğu iddia edilen birçok yerden biridir.

Akdeniz'in içinde veya yakınında

Tarihsel olarak önerilen yerlerin çoğu Akdeniz'de ya da Akdeniz'e yakındır: Sardunya, Girit, Santorini (Thera), Sicilya, Kıbrıs ve Malta gibi adalar; Truva, Tartessos ve Tantalis (Türkiye'nin Manisa ilinde) gibi kara şehirleri ya da devletleri; İsrail-Sina ya da Kenan; ve kuzeybatı Afrika.

M.Ö. on yedinci veya on altıncı yüzyıla tarihlenen Thera patlaması, bazı uzmanların yakındaki Girit adasındaki Minos uygarlığını harap ettiğini varsaydığı büyük bir tsunamiye neden olmuş, bu da bazılarının hikâyeye ilham veren felaketin bu olabileceğine inanmasına yol açmıştır. Karadeniz bölgesinde aşağıdaki yerler önerilmiştir: İstanbul Boğazı ve Ancomah (Trabzon yakınlarında efsanevi bir yer).

Diğerleri, MÖ altıncı yüzyıldan önce Laconian Körfezi'nin her iki yanındaki dağların "Herkül Sütunları" olarak adlandırıldığını ve Platon'un hikayesini dayandırdığı antik raporlarda tarif edilen coğrafi konumun bunlar olabileceğini belirtmiştir. Bu dağlar Yunanistan'ın en güneyindeki körfezin, Mora Yarımadası'nın en büyük körfezinin iki yanında yer alıyordu ve bu körfez Akdeniz'e açılıyordu. Tartışmaların başlangıcından itibaren, Cebelitarık'ın Laconia Körfezi'nde olmasından ziyade yanlış yorumlanması, Atlantis'in yeri ile ilgili birçok hatalı kavrama yol açacaktır. Platon aradaki farkın farkında olmayabilirdi. Laconia sütunları güneye, Girit'e ve ötesinde Mısır'a doğru açılır. Thera patlaması ve Geç Tunç Çağı çöküşü bu bölgeyi etkilemiştir ve Platon tarafından kullanılan kaynakların atıfta bulunduğu yıkım olabilir. Bu gibi önemli olaylar neredeyse bin yıl boyunca bir nesilden diğerine aktarılan hikâyelere malzeme olmuş olabilir.

Atlantik Okyanusu'nda

Atlantis'in Atlantik Okyanusu'ndaki konumu, yakından ilişkili isimler göz önüne alındığında belirli bir çekiciliğe sahiptir. Popüler kültür Atlantis'i sık sık oraya yerleştirerek orijinal Platonik ortamı anladıkları şekliyle devam ettirmektedir. Kanarya Adaları ve Madeira Adaları, Cebelitarık Boğazı'nın batısında, ancak Akdeniz'e nispeten yakın olan olası bir yer olarak tanımlanmıştır. Ancak jeomorfolojileri ve jeolojileri üzerine yapılan detaylı çalışmalar, son dört milyon yıl boyunca erozyonel boşaltma, yerçekimsel boşaltma, komşu adaların neden olduğu litosferik bükülme ve volkanik alçalma gibi jeolojik süreçlerle önemli bir çökme dönemi olmaksızın sürekli olarak yükseldiklerini göstermiştir.

Başta Azor Adaları olmak üzere Atlantik'teki çeşitli adalar veya ada grupları da olası yerler olarak tanımlanmıştır. Benzer şekilde, Azor Adaları'nı çevreleyen okyanus tabanını kaplayan tortu çekirdekleri ve diğer kanıtlar, buranın milyonlarca yıldır bir denizaltı platosu olduğunu göstermektedir. Ancak bölge volkanizmasıyla bilinmektedir ve bu da Azor Üçlü Kavşağı boyunca meydana gelen kayma ile ilişkilidir. Kabuğun mevcut faylar ve kırıklar boyunca yayılması birçok volkanik ve sismik olay meydana getirmiştir. Bölge, bazılarının Azor sıcak noktası ile ilişkilendirdiği, daha derin mantodaki şişkin bir kabarma ile desteklenmektedir. Volkanik faaliyetlerin çoğu öncelikle Terceira Rift'i boyunca meydana gelmiştir. Adalara yerleşimin başladığı 15. yüzyıldan bu yana yaklaşık 30 volkanik patlama (karasal ve denizaltı) ve çok sayıda güçlü deprem meydana gelmiştir. Azorlar'daki São Miguel adası, Azorlar'daki tarihi volkanik faaliyetin yan ürünleri olan Sete Cidades yanardağı ve kalderasının bulunduğu yerdir.

Cebelitarık Boğazı yakınlarındaki batık Spartel adası da önerilmiştir.

İrlanda

2004 yılında İsveçli fizyograf Ulf Erlingsson Atlantis efsanesinin Taş Devri İrlanda'sına dayandığını öne sürmüştür. Erlingsson daha sonra Atlantis'in var olduğuna inanmadığını belirtmiş ancak Atlantis'in tanımının İrlanda coğrafyasına uyduğu yönündeki hipotezinin %99,8 olasılığa sahip olduğunu savunmuştur. İrlanda Ulusal Müzesi müdürü bunu destekleyen bir arkeoloji olmadığı yorumunda bulunmuştur.

Avrupa'da

Büyük Britanya ile kıta Avrupası arasında bir kara köprüsü sağlayan Doggerland'in (MÖ 8.000 civarı) varsayımsal kapsamını gösteren harita

Çeşitli hipotezler batık adayı Kuzey Denizi'ndeki Doggerland ve İsveç (Olof Rudbeck tarafından Atland, 1672-1702) dahil olmak üzere Kuzey Avrupa'ya yerleştirmektedir. Doggerland'ın yanı sıra Viking Bergen Adası'nın da MÖ 6100 yılındaki Storegga Kayması'nın ardından bir megatsunami tarafından sular altında kaldığı düşünülmektedir. Bazıları olası bir yer olarak Kelt Sahanlığı'nı ve İrlanda ile bir bağlantı olduğunu öne sürmüştür.

2011 yılında, Hartford Üniversitesi'nden Profesör Richard Freund liderliğinde National Geographic Channel için bir belgesel üzerinde çalışan bir ekip, güneybatı Endülüs'te Atlantis'in olası kanıtlarını bulduklarını iddia etmiştir. Ekip, Huelva, Cádiz ve Sevilla illeri arasında, bir zamanlar Lacus Ligustinus olan bölgede, Doñana Ulusal Parkı'nın bataklıkları içinde olası yerini belirledi ve İspanyol araştırmacılar tarafından dört yıl önce yayınlanan önceki bir çalışmanın sonuçlarını tahmin ederek Atlantis'in bir tsunami tarafından yok edildiğini tahmin ettiler.

İspanyol bilim adamları Freund'un spekülasyonlarını reddetmiş ve Freund'un çalışmalarını sansasyonel hale getirdiğini iddia etmişlerdir. İspanya Ulusal Araştırma Konseyi'nde çalışan antropolog Juan Villarías-Robles, "Richard Freund projemize yeni katıldı ve Kral Süleyman'ın M.Ö. birinci binyılda Doñana bölgesinde kurulan ve iyi belgelenmiş bir yerleşim olan Tartessos'ta fildişi ve altın aramasıyla ilgili çok tartışmalı bir konuya dahil olmuş gibi görünüyordu" dedi ve Freund'un iddialarını "hayal ürünü" olarak niteledi.

Benzer bir teori daha önce Alman araştırmacı Rainer W. Kühne tarafından da ortaya atılmış ve sadece uydu görüntülerine dayanarak Atlantis'i Cádiz şehrinin kuzeyindeki Marismas de Hinojos'a yerleştirmişti. Bundan önce, tarihçi Adolf Schulten 1920'lerde Platon'un Atlantis efsanesinin temeli olarak Tartessos'u kullandığını belirtmişti.

Diğer yerler

Flavio Barbiero gibi bazı yazarlar 1974 gibi erken bir tarihte Antarktika'nın Atlantis'in bulunduğu yer olduğunu iddia etmişlerdir. Küba'daki Guanahacabibes Yarımadası açıklarında olduğu iddia edilen sualtı oluşumu gibi bir dizi iddia Karayipleri içermektedir. Komşu Bahamalar veya folklorik Bermuda Üçgeni de önerilmiştir. Endonezya (yani Sundaland) dahil olmak üzere Pasifik ve Hint Okyanuslarındaki alanlar da önerilmiştir. Hindistan açıklarında bulunan ve "Kumari Kandam" olarak adlandırılan kayıp bir kıtanın hikâyeleri bazılarına Atlantis'le paralellik kurmaları için ilham vermiştir.

Edebi yorumlar

Eski versiyonlar

Lesboslu Hellanicus'a ait bir Atlantis parçası

Platon, Atlantis'le ilgili anlatısına gerçeklik kazandırmak için hikâyenin Mısır'da Solon tarafından duyulduğunu ve Timaeus ve Critias'ta bir diyalog konuşmacısı olan Critias'a ulaşana kadar Dropides ailesi aracılığıyla birkaç nesil boyunca sözlü olarak aktarıldığını belirtir. Solon'un Atlantis sözlü geleneğini (yayınlandığı takdirde Hesiod ve Homeros'un eserlerinden daha büyük olacak olan) bir şiire uyarlamaya çalıştığı varsayılır. Hiçbir zaman tamamlanmamış olsa da, Solon öyküyü Dropides'e aktarmıştır. Modern klasikçiler Solon'un Atlantis şiirinin varlığını ve öykünün sözlü bir gelenek olduğunu reddederler. Bunun yerine Platon'un tek mucit ya da uydurucu olduğu düşünülür. Lesboslu Hellanicus "Atlantis" sözcüğünü Platon'dan önce yayınlanmış bir şiirin başlığı olarak kullanmıştır, bunun bir parçası Oxyrhynchus Papyrus 11, 1359 olabilir. Ancak bu eser sadece Atlantidleri (Atlas'ın kızları) anlatır ve Platon'un Atlantis anlatısıyla hiçbir ilişkisi yoktur.

Yeni çağda, M.S. üçüncü yüzyılda yaşamış olan Neoplatonist Zoticus, Platon'un Atlantis anlatısına dayanan epik bir şiir yazmıştır. Ancak Platon'un eseri çoktan parodik taklitlere ilham vermiş olabilir. Timaeus ve Critias'tan sadece birkaç on yıl sonra yazan tarihçi Khioslu Theopompus, okyanusun ötesinde Meropis olarak bilinen bir ülkeden bahsetmiştir. Bu tasvir, Silenus ile Kral Midas arasında geçen bir diyaloğu içeren Philippica adlı eserinin 8. Kitabında yer almıştır. Silenus, normal boyutlarının iki katına kadar büyüyen ve Meropis adasında iki şehirde yaşayan bir insan ırkı olan Meropidleri anlatır: Eusebes (Εὐσεβής, "Dindar-şehir") ve Machimos (Μάχιμος, "Savaşan-şehir"). Ayrıca on milyon askerden oluşan bir ordunun Hyperborea'yı fethetmek için okyanusu geçtiğini, ancak Hyperborealıların dünyadaki en şanslı insanlar olduğunu fark ettiklerinde bu öneriden vazgeçtiklerini bildirir. Heinz-Günther Nesselrath, Silenus'un hikâyesindeki bu ve diğer ayrıntıların, Platon'un fikirlerini alaya almak amacıyla parodi yoluyla Atlantis hikâyesinin taklidi ve abartılması anlamına geldiğini ileri sürmüştür.

Ütopyalar ve distopyalar

Ütopik ve distopik kurguların yaratılması Rönesans'tan sonra, en önemlisi Francis Bacon'ın Amerika'nın batı kıyısında konumlandırdığı ideal bir toplumun tasviri olan Yeni Atlantis (1627) ile yenilenmiştir. Thomas Heyrick (1649-1694) onu üç bölümden oluşan hicivli bir şiir olan "Yeni Atlantis" (1687) ile takip etti. Yeri belirsiz yeni kıtası, hatta belki de denizde ya da gökyüzünde yüzen bir ada, ikinci baskıda "Papalığın ve Cizvitliğin Gerçek Karakteri" olarak tanımladığı şeyi ifşa etmesi için arka plan görevi görür.

Diğer ikisinden tek harfle ayrılan Delarivier Manley'in Yeni Atalantis'i (1709) de aynı derecede distopik bir eserdir, ancak bu kez kurgusal bir Akdeniz adasında geçmektedir. Eserde cinsel şiddet ve sömürü, politikacıların halkla ilişkilerindeki ikiyüzlü davranışlarının bir metaforu haline getirilmiştir. Manley'in durumunda hicvin hedefi Whig Partisi iken, David Maclean Parry'nin The Scarlet Empire (1906) adlı eserinde hedef, yıkılan Atlantis'te uygulanan Sosyalizmdir. Bunu Rusya'da Velimir Khlebnikov'un Atlantis'in Düşüşü (Gibel' Atlantidy, 1912) adlı şiiri izlemiştir; şiir, ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş ve geçmişle bağını koparacak kadar kendini ilerlemeye adamış rasyonalist bir distopyada geçmektedir. Bu ideolojinin baş rahibi, köle bir kız tarafından mantıksız bir eyleme teşvik edildiğinde, onu öldürür ve üzerinde kesik başının yıldızlar arasında intikamcı bir şekilde yüzdüğü ikinci bir tufan başlatır.

Albert Armstrong Manship'in biraz daha geç tarihli bir eseri olan The Ancient of Atlantis (Boston, 1915), dünyayı kurtaracak olan Atlantis bilgeliğini açıklar. Üç bölümden oluşan eserde Atlantisli bir bilgenin yaşamı ve eğitimi manzum bir şekilde anlatılmakta, ardından onun Ütopik ahlaki öğretileri ve daha sonra da modern zamanlarda geçen ve kayıp bilgeliği somutlaştıran reenkarne bir çocuğun yeryüzünde yeniden doğduğu psişik bir drama yer almaktadır.

İspanyolların gözünde Atlantis'in daha samimi bir yorumu vardı. Bu topraklar, eski Avrupa'ya medeniyet getirmiş olmasına rağmen halklarını da köleleştirmiş olan bir sömürge gücüydü. Zalimce gözden düşmesi onu ele geçiren kadere katkıda bulunmuştu ama şimdi ortadan kaybolması dünyanın dengesini bozmuştu. Jacint Verdaguer'in muazzam mitolojik destanı L'Atlantida'nın (1877) bakış açısı buydu. Eski kıtanın batışından sonra Herkül, Barselona şehrini kurmak için Atlantik boyunca doğuya gider ve ardından Hesperides'e gitmek üzere tekrar batıya doğru yola çıkar. Hikâye bir münzevi tarafından, onun izinden gitmesi ve böylece "Eski Dünya'nın dengesini düzeltmek için Yeni Dünya'yı varlığa çağırması" için ilham alan kazazede bir denizciye anlatılır. Bu denizci elbette Kristof Kolomb'dur.

Verdaguer'in şiiri Katalanca yazılmış, ancak hem Avrupa'da hem de Hispano-Amerika'da geniş çapta tercüme edilmiştir. Olegario Víctor Andrade'nin benzer başlıklı Arjantinli Atlantida'sı (1881), "Platon'un öngördüğü büyülü Atlantis'te, Latinlerin verimli ırkına altın bir vaat" gören bir yanıttı. Bununla birlikte, sömürgeci dünyanın kötü örneği devam etmektedir. José Juan Tablada, "De Atlántida" (1894) adlı eserinde bu tehdidi, aralarında son kıtasının Siren'inin de bulunduğu, Klasik mitin sualtı yaratıkları tarafından doldurulan kayıp dünyanın baştan çıkarıcı resmi aracılığıyla karakterize eder

gözü gezgin geminin omurgasında
geçerken denizin pürüzsüz aynasını söndürür,
Gecenin içine fırlatıyor aşk cıvıltılarını
ve onun hain sesinin tatlı ninnisi!

Janus Djurhuus'un altı kıtalık "Atlantis" (1917) şiirinde de benzer bir kararsızlık vardır; burada Faroe dilinin yeniden canlanışının kutlanması, Yunanca ile İskandinav efsanesini birbirine bağlayarak ona antik bir soyağacı kazandırır. Şiirde, Klasik saraylardan oluşan bir arka plana karşı denizden yükselen bir kadın figürü Atlantis'in rahibesi olarak tanınır. Şair, "Faroe Adaları'nın kuzey Atlantik Okyanusu'nda/ daha önce şairin düşlediği toprakların bulunduğu yerde yattığını", ancak İskandinav inancında böyle bir figürün yalnızca boğulmak üzere olanlara göründüğünü hatırlatır.

Uzaklarda kaybolmuş bir ülke

Janus Djurhuus'un "Atlantis" şiirini onurlandıran bir Faroe Adaları posta pulu

Atlantis'in kayıp bir ülke olması, onu artık ulaşılamaz bir şeyin metaforu haline getirmiştir. Amerikalı şair Edith Willis Linn Forbes (1865-1945) için "Kayıp Atlantis" geçmişin idealleştirilmesi anlamına gelir; şimdiki anın değeri ancak bu gerçekleştiğinde anlaşılabilir. Ella Wheeler Wilcox "Kayıp Ülke "nin (1910) yerini kişinin kaygısız gençlik geçmişinde bulur. Benzer şekilde, İrlandalı şair Eavan Boland'ın "Atlantis, a lost sonnet" (2007) adlı şiirinde de bu fikir, "eski masalcılar gitmiş olanın sonsuza dek gitmiş olduğunu anlatmak için/ bir kelime ararken" tanımlanmıştır.

Bazı erkek şairler için de Atlantis fikri elde edilemeyenden yola çıkılarak inşa edilmiştir. Charles Bewley Newdigate Prize şiirinde (1910) bunun kişinin durumundan duyduğu memnuniyetsizlikten doğduğunu düşünür,

Ve hayat kısmen tatlı olduğu için
Ve her zaman acı ile kuşatılmış,
Tatlıyı alıyoruz ve bayılıyoruz
Kederin alaşımından kurtarmak için

Atlantis rüyasında. Avustralyalı Gary Catalano'nun 1982 tarihli düzyazı şiirinde de benzer şekilde, "kendi mükemmelliğinin ağırlığı altında batan bir vizyon "dur. Ancak W. H. Auden, 1941 tarihli şiirinde Atlantis'e doğru yolculuk metaforu aracılığıyla bu hayal kırıklığından bir çıkış yolu önerir. Yola çıkan kişiye, seyahat ederken, hedefin pek çok tanımıyla karşılaşacağını, ancak sonunda yolun her zaman içe doğru gittiğini fark edeceğini öğütler.

Epik anlatılar

19. yüzyıl sonlarına ait birkaç manzum anlatı, aynı dönemde yazılmaya başlanan kurgu türünü tamamlar niteliktedir. Bunlardan ikisi kıtanın başına gelen felaketi uzun süre hayatta kalanların ağzından aktarmaktadır. Frederick Tennyson'ın Atlantis'inde (1888), eski bir Yunan denizci batıya yelken açar ve eski krallıktan geriye kalan tek şey olan meskûn bir ada keşfeder. Krallığın sonunu öğrenir ve birkaç kişinin Akdeniz medeniyetlerini kurmak için kaçtığı eski ihtişamının paramparça olmuş kalıntısını görür. James Logue Dryden (1840-1925) tarafından yazılan Mona, Queen of Lost Atlantis: An Idyllic Re-embodiment of Long Forgotten History (Los Angeles CA 1925) adlı ikinci kitapta hikaye bir dizi görümle anlatılmaktadır. Bir Kahin, Mona'nın Atlantis harabelerindeki mezar odasına götürülür, Mona burada canlanır ve felaketi anlatır. Bunu, Atlantis'in yanı sıra Hyperborea ve Lemuria'nın kayıp uygarlıklarının spiritüalist irfan eşliğinde incelenmesi izler.

William Walton Hoskins (1856-1919) Atlantis ve diğer şiirlerinin (Cleveland OH, 1881) okuyucularına henüz 24 yaşında olduğunu itiraf eder. Melodramatik konusu, tanrı soyundan gelen kralların zehirlenmesiyle ilgilidir. Gaspçı zehirleyici de zehirlenir ve ardından kıta dalgalar tarafından yutulur. Edward Taylor Fletcher'ın (1816-97) Kayıp Ada'sının (Ottawa 1889) manzarasını Asya tanrıları oluşturur. Bir melek yaklaşan felaketi ve yarı-ilahi yöneticilerinin kendilerini feda etmeleri halinde halkın kaçmasına izin verileceğini öngörür. Son bir örnek, Edward N. Beecher'in The Lost Atlantis or The Great Deluge of All (Cleveland OH, 1898) adlı kitabı, yazarının görüşleri için sadece bir araçtır: kıtanın Cennet Bahçesi'nin yeri olduğu; Darwin'in evrim teorisinin, Donnelly'nin görüşleri gibi doğru olduğu.

Atlantis 1890'lardan sonra Rusya'da bir tema haline gelecek, Valery Bryusov ve Konstantin Balmont'un bitmemiş şiirlerinde ve kız öğrenci Larissa Reisner'in bir dramasında ele alınacaktı. Bir diğer uzun anlatı şiiri George V. Golokhvastoff tarafından New York'ta yayımlandı. Onun 250 sayfalık The Fall of Atlantis (Atlantis'in Çöküşü, 1938) adlı eseri, egemen sınıfların hüküm süren yozlaşmasından rahatsız olan bir baş rahibin, bu kutupluluğun üstesinden gelmek için kraliyet ikizlerinden çift cinsiyetli bir varlık yaratmaya çalışmasını anlatır. Yaptığı gizli ayinin açığa çıkardığı güçleri kontrol edemeyince kıta yok olur.

Sanatsal temsiller

Müzik

İspanyol besteci Manuel de Falla, hayatının son 20 yılında Verdaguer'in L'Atlántida adlı eserine dayanan dramatik bir kantat üzerinde çalışmıştır. Bu isim Jānis Ivanovs (1941), Richard Nanes ve Vaclav Buzek'in (2009) senfonilerine eklenmiştir. Alan Hovhaness'in senfonik kutlaması da vardı: "Fanfare for the New Atlantis" (Op. 281, 1975).

Bohemyalı-Amerikalı besteci ve aranjör Vincent Frank Safranek dört bölümden oluşan Atlantis (Kayıp Kıta) Süiti'ni yazmıştır; I. Noktürn ve Sabah Övgü İlahisi, II. Bir Saray İşlevi, III. "I Love Thee" (Prens ve Aana), IV. Atlantis'in Yıkılışı, 1913'te askeri (konser) bandosu için.

Der Kaiser von Atlantis (Atlantis İmparatoru) operası 1943 yılında Viktor Ullmann tarafından Petr Kien'in librettosuyla, her ikisi de Theresienstadt Nazi toplama kampında mahkumken yazılmıştır. Naziler, operada Atlantis İmparatoru'na yapılan göndermenin Hitler'e yönelik bir hiciv olduğunu düşünerek operanın sahnelenmesine izin vermedi. Ullmann ve Kiel Auschwitz'de öldürülmelerine rağmen, el yazması hayatta kaldı ve ilk kez 1975 yılında Amsterdam'da sahnelendi.

Resim ve heykel

François de Nomé'nin Atlantis'in Çöküşü
Nicholas Roerich'in Atlantis'in Sonu
Léon Bakst'ın kozmik felaket vizyonu

Atlantis'in batışını gösteren resimler nispeten nadirdir. On yedinci yüzyılda François de Nomé'nin Atlantis'in Çöküşü adlı tablosunda bir gelgit dalgasının Barok bir şehir cephesine doğru yükseldiği görülmektedir. Mimari tarzı bir yana, Nicholas Roerich'in 1928 tarihli Atlantis'in Sonu'ndan çok farklı değildir.

Felaketin en dramatik tasviri Léon Bakst'ın Antik Dehşet (Terror Antiquus, 1908) adlı eseridir, ancak bu eserde doğrudan Atlantis'in adı geçmemektedir. Bu resim, antik bir kentin yüksek yapılarını iç kesimlere doğru sürükleyen denizin yarmış olduğu kayalık bir körfezin dağın tepesinden görünüşüdür. Resmin üst yarısından bir şimşek çizgisi geçerken, altında göğüsleri arasında mavi bir güvercin tutan esrarengiz bir tanrıçanın kayıtsız figürü yükselmektedir. Vyacheslav Ivanov, resmin ilk sergilendiği yıl olan 1909'da halka açık olarak verdiği bir konferansta konuyu Atlantis olarak tanımlamış ve o tarihten sonraki yıllarda başka yorumcular tarafından da takip edilmiştir.

Atlantis'e gönderme yapan heykeller genellikle stilize edilmiş tek figürler olmuştur. Bunların en eskilerinden biri Einar Jónsson'un şu anda Reykjavik'teki müzesinin bahçesinde bulunan Atlantis Kralı (1919-1922) adlı eseridir. Kemerli bir etek giymiş ve büyük üçgen bir miğfer takmış, iki genç boğa arasında desteklenen süslü bir tahtta oturan tek bir figürü temsil eder. Ivan Meštrović'in Atlantis (1946) adlı yürüyen kadın figürü, haksız yere acı çekmenin sembolik anlamını taşıyan antik Yunan figürlerinden esinlenen bir seriye aittir.

Belçikalı heykeltıraş Luk van Soom'un [nl] Atlantisli Adam (2003) olarak bilinen Brüksel çeşmesi örneğinde, dalgıç kıyafeti giyen 4 metre boyundaki figür bir kaideden spreyin içine doğru adım atmaktadır. Hafif yürekli görünse de sanatçının yorumu ciddi bir noktaya işaret ediyor: "Yaşanabilir topraklar azalacağı için uzun vadede suya dönmemiz artık ihtimal dışı değil. Sonuç olarak nüfusun bir kısmı mutasyona uğrayarak balık benzeri canlılara dönüşecek. Küresel ısınma ve su seviyesinin yükselmesi genel olarak dünya, özel olarak da Hollanda için pratik bir sorundur."

Robert Smithson'ın Varsayımsal Kıta (Kırık şeffaf camdan harita, Atlantis) ilk olarak 1969 yılında Loveladies Island NJ'de fotoğrafik bir proje olarak yaratılmış ve daha sonra kırık camdan bir galeri enstalasyonu olarak yeniden yaratılmıştır. Bu eserle ilgili olarak "tarih öncesini çağrıştıran manzaraları" sevdiğini söylemiştir ve bu, Afrika kıyılarında ve Akdeniz'e açılan boğazlarda yer alan kıtanın bir haritasını içeren eserin orijinal kavramsal çiziminden de anlaşılmaktadır.

III. Ramses

III. Ramses'in yazdırdığı yazılarda, Atlantislilerin büyük su dairesi üzerindeki kara parçasından ve adalardan, dünyanın ucundan, dokuzuncu kuşaktan geldikleri anlatılıyor. 9. Kuşak da Antik Mısır, Yunan ve Roma'da kullanılan coğrafi bölümlere göre 52. ila 57. Kuzey enlemleri arasında kalan bölgedir.

Ünlü tarihçi Renan ise, şaşırtıcı bir şekilde Mısır sanatının gençlik dönemi olmadığı iddiasında bulunarak Mısır uygarlığı ile ilgili şüphelerini şöyle dile getiriyordu:

Mısır, sanki bu ülke gençlik dönemini hiç yaşamamış gibi, daha başlangıçta olgun, yaşlı ve mitolojik ve kahramanlık çağlarından tamamen yoksun gibi görünmektedir. Mısır uygarlığının bebeklik çağı ve sanatının da kadim dönemi yoktur. Mısır uygarlığı daha o zaman olgundu.

Herodot da 'Euterpe' adlı eserinde, Mısır rahiplerinin yazılı tarihinin kendi zamanından 12.000 yıl öncesine kadar gittiğini belirtiyor. Yani Atlantis'in batışına kadar.

5400 yıl önce Mısır'daki Siyen (Aswan) kentinin, tam olarak Yengeç Dönencesi'nin altına rastladığı dönemde inşa edilmiş olan Siyen Duvarları, tam güneşin gündönümü anında, öğle vakti, güneş komple bir disk hâlinde bu duvarların üzerinden yansırken görülürdü. Günümüzde, Avrupa'nın bütün bilim adamları bir araya gelseler bunun bir benzerini yapamazlar diyor tarihçi Keneally Tanrının Kitabı adlı eserinde.

Atlantis'in konumu

Amerikalı araştırmacı Robert Sarmast Platon'un ünlü diyalogları Critias ve Timaeus’da ifade ettiği yaklaşık 50 fiziksel işaretten yola çıkarak, çalışmalarını Kıbrıs yayı ve Levantine havzası olarak tarif edilen Doğu Akdeniz kıyılarına kaydırdı. Bölge ile ilgili olarak Amerika Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nin (NOAA) hazırlamış olduğu haritalardan ve veri tabanlarından faydalanan Sarmast, bu bilgilerin yeterli olmadığını görünce dünyaca ünlü Jeofizikçi Dr. John K. Hall ile iş birliğine gitti. Dr. Hall, Sarmast’a 1980'li yıllarda bir Rus petrol gemisi tarafından Doğu Akdeniz’de deniz tabanından toplanan dijital verileri iletti. NOAA ve Dr. Hall'dan gelen verileri birleştiren Sarmast, bölgenin 3 boyutlu ve bathymetric (derinlik ölçü birimi) haritalarını çıkarttı. Sarmast’a göre Atlantis Kıbrıs, Suriye arasında idi ve batan kıtanın en üst noktası ise bugünkü Kıbrıs’tı. Sarmast Discovery Of Atlantis isimli ünlü eserinde Atlantis’in bu bölgede olmasını güçlendiren bulguları ve nedenlerini açıkladı.

Atlantik Okyanusu

Atlas Okyanusu birçok volkanik hareketlerin sık sık yer aldığı bir yerdir. 1957'de yanardağlar eşliğinde yeni bir ada Azorların yakınlarında ortaya çıktı.

Paul ve Pauline Vayntsveyga Zalittski adlı Kanadalı bir çiftin öncülüğünde yapılan deniz dibi araştırmalarında, Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılan bölgede batık bir şehir bulundu. Araştırmacılar, Küba kıyılarından 700 metre uzaklıkta ve 180 metre derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve başka yapıları olan büyük bir şehir keşfettiler. Elde edilen görüntülerde, batık şehirde sıradan piramitlerin yanı sıra camdan yapılmış piramitlerin, Sfenks şeklinde heykel, birçok monolitik yapılar ve bina duvarlarına oyulmuş yazıtların bulunduğu görüldü.

Yerkabuğu ve depremler

526 yılında Antakya'da 250.000 kişi, 1042 yılında Tebriz, İran'da 40.000 kişi, 1556'da Çin'de 830.000 kişi, 1908'de Messina, Sicilya'da 200.000 kişi, 1923 Tokyo civarlarında 200.000 kişi ve 1976'da Çin'de 700.000 kişi şiddetli depremlerle hayatlarını kaybettiler. Sellere gelince Çin'de 1887'de Huang Ho nehrin taşıması en az iki milyon insanın ölümüne yol açtı. Aynı nehrin 1931'de taşması 4 milyon insanın ölümüne yol açtı.

Okyanusları ve kıtaları çepeçevre saran yerkabuğu birçok tektonik plakalardan oluşmaktadır. Yerküre'nin çekirdeğindeki patlamalar bu tabakaların yer değiştirmesine, büyük depremlere ve yanardağ patlamalarına neden olur. Yerküre'nin katı dış katmanını oluşturan yerkabuğunun kalınlığının Yerküre'nin çapına oranı çok düşüktür. Yerkabuğu 6 ile 70 km'lik bir katmandır ve yüzeyden derine inildikçe, her bir kilometrede sıcaklık 30 derece artar. Çekirdeğin üstündeki manto tabakası sıcaklık nedeniyle yumuşak ve eriyik magma hâlindedir. Çekirdekten gelen patlamalar ve basınç manto tabakası tarafından kısmen yutulur. Eriyik hâldeki manto tabakasındaki esneklik, nispeten ince olan yerkabuğunu etkileyip karaların alçalıp yükselmesine neden olarak, bu şekilde dağların ve ovaların oluşmalarını sağlar. Bu değişimlerin oluşması için milyonlarca yıllık bir süreç gereklidir. Ancak Dünya'nın çekirdeğindeki faaliyetin arttığı ve bunun da yerkabuğunu daha fazla etkilediği aktif bir dönemin olabileceği göz önüne alındığında, bunun kısa bir süreçte yerkabuğunda büyük bir etkiye neden olduğu ve atmosferde de büyük bir değişikliğe yol açtığı düşünülebilir. Denizlerin karalara olan oranıyla uyumlu olarak, yanardağ patlamalarının %80'i okyanuslarda gerçekleşmektedir. Kıtaları ve okyanusları çevreleyerek Yerküre'yi saran Okyanus Ortası Sırtı iki farklı tektonik plakayı birbirinden ayırır. Bunların faaliyetleri kıtaların yer değiştirmelerine neden olurlar. Tufan'a ilişkin oluşumun anlatıldığı Başlangıç 7. bölümde geçen sözlere göre, bu olayda okyanusların kaynaklarında meydana gelen bir yarılma ve patlayarak oluşan bir fışkırma olayı meydana gelmiştir. Ayrıca, bu olayların sonucunda karalarda yükseltilerin değişerek dağların yükseldiği, ovaların da alçaldığı kayıtlıdır.

Başlangıç 7:11,12
Nuh'un yaşamının altı yüzüncü yılında, ikinci ayda, ayın on yedinci gününde, işte o gün derin suların tüm kaynakları yarıldı [patladı-fışkırdı] ve göklerin bentleri açıldı. Şiddetli yağmur kırk gün kırk gece devam etti.
Başlangıç 7:17-20
Tufan yeryüzünde kırk gün devam etti. Sular sürekli yükseldi ve gemiyi kaldırmaya başladı. Artık gemi yerden çok yüksekte, suların üzerinde yüzüyordu. Sular yeryüzünü kapladı ve çoğaldıkça çoğaldı; gemi ise suların üstünde yüzüyordu. Sular yeryüzünü öylesine kapladı ki, gökler altındaki tüm yüksek dağları örttü; dağları on beş arşın kadar aştı, dağlar sular altında kaldı.

Dağların üst kısımlarında deniz canlılarına ilişkin bulunan fosiller, yüksek dağların bir zamanlar denizle kaplı olduklarını gösteren kanıtları sunarlar. Burada ortaya çıkan sorun, yüksek dağları örtecek kadar suyun nereden gelmiş olacağıyla ilgilidir. Bu suların bir kısmı kutuplarda buzullar olarak depolanmıştır; ancak bu buzullar tamamen eriyecek olsalar bile, içerdiği su miktarı karaların yüksek kısımlarını örtmeye yetmeyecektir. Yakın zamanlarda yapılan bir keşif, okyanusların tabanının daha da altında bulunan büyük bir su kaynağının olduğunu açığa çıkarmıştır. Bu yer altındaki su kaynağı, yeryüzündeki okyanuslardan üç kat daha fazla büyüklükteki bir suyu içinde barındırmaktadır. Bu suların yerin tam 700 km altında bulunan "Ringwoodite" olarak adlandırılan mavi taşların içinde bulundukları keşfedilmiştir. Bu keşif, "işte o gün derin suların tüm kaynakları yarıldı [patladı-fışkırdı] sözleriyle uyumludur. Bu durum, karaları tümüyle kaplamaya yetecek ölçüdeki su kaynağının, yer altındaki bu sular olabileceğini akla getirmektedir.

Kültürlerdeki İzler

Día de los Muertos:' Ölüler Günü Meksika'da 31 Ekim ile 1 ve 2 Kasım günlerinde ölüleri anmak üzere yapılan etkinliklere verilen bir addır. Kitab-ı Mukaddes'e göre en eski takvim Eylül ayıyla başlar ve birinci ayın başlangıcı yaklaşık olarak Eylül ayının 14 ya da 15'tir. Buna göre "ikinci ayda, ayın on yedinci gününde" başladığı kayıtlı olan tufanın günümüzdeki tarihi, Kasım ayının 1. ya da 2. gününe denk gelmektedir. Meksika'da ölüler için yapılan bu anmanın tarihinin tufanın başladığı tarihe rastlaması, bunun geçmişte insanların topluca ölmelerine yolaçan bu olayla ilgili olduğunu ve zamanla gerçek anlamının unutulduğunu ya da değişmiş olabileceğini akla getirir.

Buzul Çağı

R. F. Walworth ve G. W. Sjostrom'e göre son buzul çağında su seviyesinin düşük olması Atlantis'in varlığı için yeterli bir sebeptir. Bu iki araştırmacının geniş bir araştırmaya dayanan tezlerine göre, periyodik olarak peşpeşe gelen volkanik patlamalar dünyanın geçmişinde uzun buzul çağları yaratmıştır. Bazı jeolojik izlere göre buzlar bütün kıtaları kaplamıştır, su seviyeleri inip yükselmiştir. Hâlen güncelliğini koruyan ve Donelly tarafından ortaya atılan bir teze göre, Atlantis'in batmasıyla, daha önce onun yüksek dağları tarafından engellenen sıcak Gulf Stream akıntısı Kuzey Avrupa'ya ulaşarak buzların erimesine yol açmıştı. Hâlen yolunda devam eden bu sıcak akıntı Avrupa'nın ısısını bulunduğu enleme rağmen ılımlı tutmaktadır. Oysa, aynı enlemde bulunan Rusya'daki şehirler çok daha soğuk iklimlere sahiptir.

Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen yüzyıl sonlarında bu mamutlardan en az 20.000 kadar çok iyi durumda fildişi çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete uğradıkları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazılarının midelerinde hâlen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür. Karbon 14 testleri onların yaklaşık 12.000 yıl önce öldüklerini gösteriyor. Aşırı soğukların olduğu Sibirya mamutlar gibi sıcakkanlı hayvanların yaşayabileceği uygun bir yer değildir. Bu durum Sibirya gibi şimdi çok soğuk olan bölgelerin bir zamanlar ılıman bir iklime sahip olduğuna işaret etmektedir. Bununla ilgili başka kanıtlar da bulunmuştur. Bütün bunlar ani bir iklim değişikliğinin olduğunu göstermektedir. Profesör Frank C. Hibben'e göre son buz çağının sonuna gelen bu devrede, sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara çağlayanlarının 12.500 yıl önce meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras Dağları yaklaşık 10.000 yıl önce meydana geldiler. Karbon 14 testlerine göre, şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11.000 yıl önce sedir ormanları vardı. Bu bölgede yapılan araştırmalarda, Küba yakınlarında denizin 180 metre altında binlerce yıllık antik batık bir şehir bulundu. 1986 yılında Japonya'da (Okinawa) Yonaguni Jima adası yakınında, denizin 25 metre altında Yonaguni buluntuları olarak adlandırılan antik batık bir yapı bulunmuştur. Aynı şekilde İngiltere’ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında, deniz diplerinde binlerce yıl önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uymaktadır.

Radyokarbon tarihleme yöntemi ve Atlantis'in batış tarihi

Bu tarihin hesaplanmasında kullanılan Radyokarbon tarihleme yönteminin bir kesinlik içermediği göz önünde tutulmalıdır. Bu hesaplamanın yapılmasında temel etken, karbon 14 ile karbon 12'nin birbirine oranının hesaplanmasıdır. Radyoaktif olmayan karbon 12, uzaydan gelen radyasyonun -kozmik ışımanın- etkisiyle, radyoaktif bir özellik kazanarak karbon 14'e dönüşür.

Karbon 14'ün yarılanma ömrü 5730 yıldır. Karbon 12 ise radyoaktif özelliğe sahip olmadığından aynı kalır. Bütün canlıların yapılarında karbon 14 ve karbon 12 birlikte bulunurlar. Ancak bir canlı organizma öldüğünde, bunların birbirlerine olan başlangıçtaki oranı giderek değişmeye başlar. Çünkü canlı bir organizma öldüğünde karbon 12 ve karbon 14 alımı sona erer ve önceden kendisinde var olan karbon 14 radyoaktif bozunmaya uğrar ve zamanla azalır. Ölen canlı organizmadaki karbon 12'de ise bir değişim olmayacağından, karbon 14'ün karbon 12'ye olan oranı giderek azalmaya başlar. Bu oransal değişimler bir tür saat görevi görürler ve bir canlının ne zaman öldüğü saptanabilir.

Bununla birlikte, Atlantis ve tufan gibi bir olayın etkisiyle atmosferde oluşabilecek bir değişiklik, bu yöntemle yapılacak hesaplamaların doğruluğuna etki eder. Çünkü bu tarihleme yöntemi için, atmosferdeki karbon 14 yoğunluğunun eski zamanlardan günümüze değişmediği varsayılır. Temel varsayımı doğrulamak üzere ağaç halkaları sayımı (dendrokronoloji) yöntemiyle gerçek halka yaşları belirlenen yüzlerce örneğin radyokarbon yaşları da bulunarak karşılaştırılmaları yapılmıştır. Bu karşılaştırmalar temel varsayımın doğru olmadığını, yeryüzündeki karbon 14 yoğunluğunun eski yıllarda önemli miktarlarda değiştiğini, bazı zamanlarda arttığını bazı zamanlarda ise azaldığını göstermiştir. Karbon 14 oranının, karbon 12'ye oranının karşılaştırılmasına dayanan bu yöntem atmosferin hep aynı kalması koşuluyla doğru olabilecektir. Atlantis'in batışı öncesinde atmosferde kalın bir su buharı tabakasının var olduğu kabul edildiğinde, bu durumun güneşten gelen kozmik ışınları şimdikinden daha fazla engelleyeceği ortadadır. Daha az miktardaki kozmik ışın, daha az miktarda karbon 14 oluşturacaktır. Buna göre karbon 14'ün karbon 12'ye göre geçmişte var olduğu düşünülen orantısının yanlış olabileceği ortaya çıkar. Sonuçta Atlantis'in günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce battığına ilişkin hesaplama kesin bir olgu değildir. Bu tarihin 12.000 yıl kadar geriye gitmesi karbon 14 ile yapılan hesaplamanın tam doğru olmamasından dolayıdır. Hesaplamalardaki yanlışlık göz önünde tutulduğunda, Atlantis'in batışıyla ilgili tarihin çok daha yakın bir zaman olması gerektiği anlaşılabilir. Atlantis konusuyla bağlantısı olabileceği düşünülen Nuh tufanının tarihi MÖ 2370 olarak verilir.

Kutsal kitaplarda Atlantis

1947 yılında, Ölü Deniz'e yakın Kumran mağarasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatının en eski örneklerini oluştururlar. Bulunan bir yazıta göre Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler"in soyundan gelmediğini ancak meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok (İdris)'a danıştıktan sonra inanmıştı.

Kitab-ı Mukaddes'te (Eski Ahit ve Yeni Ahit / İncil) Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı Enok'un (İdris) Sırlar Kitabıdır. Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır. İkinci ve çok daha uzun kitap ise Enok’un Kitabıdır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmişti (San Augustine Tanrının Şehri) ve bu kitabın Eski Ahit külliyatından çıkarılmasına, 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, yüzyıllardır ortadan kayıp olmasına sebep vermişti.

Gerçekte ise, Kitab-ı Mukaddes'te Hanok'un (Enok (İngilizce: Enoch): Türkçe Kitab-ı Mukaddes'te Hanok) yazdığı bir kitaptan değil, Hanok'un kendisinden sözedilir. Kitab-ı Mukaddes'teki bilgilere göre, Hanok MÖ 3404 ile 3039 yılları arasında yaşamış bir kişidir. Hanok, MÖ 2970 yılında doğan Nuh'un dedesinin babasıdır ve Nuh'un doğumundan önce yaşayıp ölmüş bir kişi olarak Nuh'u görmemiştir. Hanok Nuh'tan onlarca yıl önce yaşamış bir kişi olup kitap yazmış bir kişi değildir. Aynı şekilde, Nuh'un ne başka bir atası, ne kendisi, ne de Musa'ya kadar soyundan bir başkası bir kitap yazmıştır. Ayrıca zaten bu kişilerin yaşadıkları dönemde günümüzdeki anlamda bir kitap yazılması da söz konusu değildir. İlk defa papirüs kullananlar Mısırlılardır. Bunların devri de daha yakın bir dönemdir. Bu kişiler bütün yaşadıkları olayları ve bilgileri sonraki nesillere sözlü olarak aktarmış kişilerdir. İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf da buna dâhildir. Kumran mağaralarında bulunan Kitab-ı Mukaddes tomarlarının karbon testleri, bunların yaşının MÖ 100-200 yılları arasında olduğunu söylemektedir. Eğer Hanok'un Sırlar Kitabı'nın bunlarla ilişkili olduğu söylenmek isteniyorsa, bu devir hiçbir şekilde Hanok'un yaşadığı devre uymaz. Çünkü Hanok'un ölüm tarihi bile MÖ 3039 yılıdır.

Yaklaşık olarak MÖ 1500'lü yıllarda Kitab-ı Mukaddes'i ilk olarak kaleme alıp yazan kişi, İbrahim'in soyundan gelen Musa'dır. Kitab-ı Mukaddes'teki soy hattına göre Musa, sözlü bir şekilde aktarılan bilgileri ilham altında kaleme almış ilk kişi olmaktadır. Musa'nın yazdıkları tufanı ve öncesini de kapsar. Hanok ile ilişkilendirilen Nefilim denen devler konusu da bu yazılanlar arasındadır ve ilk kitabının 6. bölümünde yer alır. Musa Hanok'tan söz eder; ancak Hanok'un yaşadığı zamanın, Nefilim denen devlerin ortaya çıkmasından yüzyıllar öncesi olduğunu gösterir. Buna göre, gerçekte Hanok Nefilim denen devleri hiç görmeden yaşayıp ölmüş bir kişidir. Musa Nefilim denen devlerin, tufan öncesinde yeryüzüne insan şeklinde maddeleşerek gelen meleklerin insan kızlarıyla evliliklerinden ortaya çıkan bir melez soy olduğunu söyler. Bunların tufan geldiğinde Nuh ve ailesi dışındaki bütün insanlarla birlikte boğularak yok olduklarını anlatır.

Akaşik okumalarda Atlantis

Doğruluk dereceleri herhangi bir bilimsel kanıtla kanıtlanmamakla birlikte, Atlantis hakkında şimdiye dek en ayrıntılı açıklamaları yapmış olan ünlü isimler, Atlantis hakkında akaşik okumalara dayalı bilgiler vermiş Edgar Cayce ve Rudolf Steiner'dir. Bir başka kaynak da Doğu'nun kadim kitaplarından Dzyan Kitabı'dır. Cayce ve Steiner, birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları açıklamalarda insan türünün yoğunlaşma ve katılaşma gösterek evrim geçirmiş olduğunu belirtirler ve Atlantis'te savaşan karşıt görüşteki iki gruptan uzun uzadıya bahsederler. Cayce bu iki gruptan birini Tanrı Yasası Oğulları, diğerini Belial (Satan, Şeytan, Şer-Kötü) Oğulları olarak adlandırır. Savaşlar nükleer gücü elinde bulunduran Belial Oğulları'nın lehine sonuçlanmış, manevi alanda ilerlemiş olan birinci gruptakiler ise, kıtanın batacağı kendilerine vahyedilmiş olduğundan, kendilerine bağlı olanlarla birlikte kıtadan göç etmeyi tercih etmişlerdir.

Atlantis haritaları

Sanat eserlerinde Atlantis

Sonuç

Sonuç olarak günümüzde Atlantis ile ilgilenen akademisyenlerin neredeyse tümü, Atlantis hakkında yazılan külliyatın büyük çoğunluğunun psişiklerce uydurulan safsatadan ibaret olduğunu ileri sürerken bir kısım araştırmacı ise, tek şahidi Platon olan bu gizemli kıtanın eski Yunanlar tarafından unutulan, Santorini adasında gerçekleşen bir deprem sonucu karanlığa gömülen Minos uygarlığı olabileceğini ileri sürmektedir.