Vehhabîlik

bilgipedi.com.tr sitesinden

Vehhabilik (Arapça: الوهّابية, romanize: al-Wahhābiyyah), 18. yüzyıl Arap İslam alimi, ilahiyatçı, vaiz ve aktivist Muhammed ibn Abd al-Wahhab'ın (yaklaşık 1703-1792) reformist doktrinleriyle ilişkili Sünni İslami canlanmacı ve köktenci bir harekettir. Orta Arabistan'daki Necd bölgesinde Muvahhidun hareketini kurmuş, Necd halkı arasında yaygın olan Müslüman azizlere hürmet ve onların kabir ve türbelerine hac ziyaretleri gibi uygulamaların tasfiyesine özel önem veren bir reform hareketi başlatmıştır. İbn Abdülvehhab ve takipçileri, Müslümanları sahih olmayan çıkıntılardan (bidat) kurtarmak için ilk üç neslin (Selef) saflığına geri dönme çağrısında bulunan etkili on üçüncü yüzyıl Hanbeli âlimi İbn Teymiyye'den (1263-1328 M.S. / 661 - 728 H.S.) büyük ölçüde ilham almış ve onun eserlerini ilahiyatta temel bilimsel referanslar olarak kabul etmiştir. Hanbeli doktrinlerinden etkilenmekle birlikte hareket, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim (ö. 1350 H./ 751 M.) gibi sıkça atıfta bulunulan âlimler de dâhil olmak üzere hukuki otoritelere taklidi reddetmiştir.

Vehhabilik çeşitli şekillerde "ortodoks", "püriten(ci)" ve dindarlar tarafından "saf tek tanrılı ibadeti" yeniden tesis etmeye yönelik bir İslami "reform hareketi" olarak tanımlanmıştır. "Vehhabilik" terimi İbn Abdülvehhab'ın kendisi tarafından kullanılmamıştır, ancak esas olarak dışarıdan gelenler tarafından kullanılırken, taraftarları genellikle "Selefi" (diğer İslami reform hareketlerinin takipçileri tarafından da kullanılan bir terim) olarak adlandırılmayı tercih ederek bu terimin kullanılmasını reddetmektedir. Hareketin ilk takipçileri kendilerini Muvahhidun (Arapça: الموحدون, lit. Tevhid'den (Allah'ın birliği) türetilen "Allah'ın birliğini ikrar eden" veya "Üniteryenler". "Vahhabilik" terimi aynı zamanda mezhepsel veya İslamofobik bir hakaret olarak da kullanılmaktadır. Vehhabilik taraftarları İslam teolojisinin Athari ekolünü takip etmektedir.

İbn Abdülvehhab 1744 yılında yerel bir lider olan Muhammed bin Suud ile bir anlaşma yapmış ve bu anlaşma sonraki 150 yıl boyunca devam eden ve 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığı'nın ilan edilmesiyle siyasi olarak doruğa ulaşan bir siyasi-dini ittifak olmuştur. Günümüze kadar iki yüzyıldan fazla bir süre boyunca İbn Abdülvehhab'ın öğretileri İslam'ın resmi şekli ve üç Suudi Devletinde hakim inanç olarak savunuldu. 2017 yılı itibariyle Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın Suudi din politikasında yaptığı değişiklikler, bazılarının "dünyanın dört bir yanındaki İslamcıların da aynı şeyi yapmak zorunda kalacaklarını ya da ortodoksluğun yanlış tarafında yer alma riskiyle karşı karşıya kalacaklarını" öne sürmesine yol açtı.

2018 yılında Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, herhangi birinin "bu Vahhabiliği tanımlayabileceğini" ve hatta böyle bir şeyin var olduğunu reddetti. 2021 yılına gelindiğinde, sosyal, dini, ekonomik, siyasi değişimler ve İslami olmayan unsurları vurgulayan bir "Suudi ulusal kimliği" ortaya koyan yeni bir eğitim politikası nedeniyle din adamlarının azalan gücü, Suudi Arabistan'ın "Vahhabi sonrası dönem" olarak tanımlanmasına yol açtı. 2022 yılına gelindiğinde, başlangıcı 1744 İbn Abdülvehhab anlaşmasına dayandıran geçmiş tarihsel gelenek yerine, Muhammed ibn Suud tarafından 1727'de Dir'iyah Emirliği'nin kuruluşunu anmak üzere her yıl 22 Şubat'ta "Suudi Kuruluş Günü "nün kutlanması kararı, Suudi devletinin dini ruhban sınıfından resmi olarak "ayrışmasına" yol açmıştır.

Vehhabîlik (Arapçaالوهابية, al-Wahhābiyyah), ya da Vahhabizm, İslam'a bağlı Sünni-Hanbelî mezhebinin bir altkolu olan ve 18'inci asırda Muhammed ibn Abd al-Wahhab tarafından başlatılmış fikir akımıdır. Vahhabi(zm) terimi Abd al-Wahhab'ın şahsı tarafından kullanılmadı, hatta taraftarları "Selefi" terimini kullanmayı tercih ederek "Vahhabi" kullanımını reddederler. Bu, daha çok dışarıdakiler tarafından kullanılır.

Tanımlar ve etimoloji

Tanımlar

Vahhabi İslam teriminin bazı tanımları veya kullanımları şunlardır:

  • "bir doktrinler külliyatı" ve "on sekizinci yüzyılın ortalarında Orta Arabistan'da yaşamış olan özellikle sert bir dini reformcunun öğretilerinden türetilen bir dizi tutum ve davranış" (Gilles Kepel)
  • Şeriattan (İslam hukuku) hiçbir şekilde sapmayan ve Vahabilik değil İslam olarak adlandırılması gereken "saf İslam" (David Commins, destekçilerin tanımını yorumluyor). ( Salman bin Abdul Aziz, Suudi Arabistan Kralı)
  • "hoşgörüsüzlüğü besleyen, basit teolojiyi teşvik eden ve İslam'ın çeşitli ve değişen koşullara uyum sağlama kapasitesini kısıtlayan yanlış yönlendirilmiş bir inanç" (David Commins, muhaliflerin tanımını yorumlayarak)
  • "muhafazakar bir reform hareketi... Suudi Arabistan krallığının üzerine kurulduğu ve dünya çapındaki İslami hareketleri etkileyen inanç" (Encyclopedia of Islam and the Muslim world)
  • "Suudi Arabistan ve Katar'da baskın olan bir mezhep", "Hindistan, Afrika ve başka yerlerde" dayanakları var, "İbn Hanbel geleneğinde İslam'ın kararlı bir şekilde köktenci bir yorumu" (Cyril Glasse)
  • "Muhammed ibn 'Abd al-Wahhab tarafından kurulan" (Oxford Dictionary of Islam), "toplumun sosyomoral yeniden inşası için on sekizinci yüzyıl reformist/dirilişçi hareketi".
  • "Peygamberin bozulmamış mesajına geri dönüş" arayışında olan ve İslam'ı tüm "üst üste bindirilmiş doktrinlerden" ve "mesajını gizleyen hurafelerden" kurtarmaya çalışan bir harekettir. "Müslüman toplumun içsel olarak yenilenmesi için çabalamak" şeklindeki manevi anlamı, "dışsal hedefi - sosyal ve siyasi güce ulaşmak - gerçekleştiğinde" (Muhammad Asad) yozlaşmıştır.
  • İslam içinde "güç paylaşımı amacıyla benimsenmiş" "siyasi bir akım", ancak "Sünni İslam'ın ana gövdesinden farklı özel uygulamaları, özel ayinleri ve özel bir din yorumu olmadığı için mezhep olarak adlandırılamaz" (Medine İslam Üniversitesi eski dekanı ve Suudi Danışma Konseyi üyesi Abdallah Al Obeid)
  • "gerçek selefi hareket". Teolojik bir reform hareketi olarak başlayan bu hareket, "insanları tevhidin (Allah'ın birliği veya tektanrıcılık) 'gerçek' anlamını yeniden tesis etmeye ve İslam tarihinde gelişen kelam ve fıkıh gibi 'geleneksel' disiplinleri ve uygulamaları ve saygıdeğer kişilerin mezarlarını ve türbelerini ziyaret etme geleneklerini göz ardı etmeye ve yapı bozumuna uğratmaya çağırma (da'wa) hedefine sahipti." (Ahmad Moussalli)
  • Selefilik karşıtları tarafından yabancı etkisini ima ederek ve "Suudi Arabistan imajını çağrıştırarak" bu hareketi lekelemek amacıyla kullanılan bir terimdir. Bu terim "en çok Selefilerin Müslüman toplum içinde küçük bir azınlık olduğu" ancak yerel nüfusu Selefiliğe "dönüştürme" konusunda "son zamanlarda ilerleme kaydettiği" ülkelerde kullanılmaktadır. (Quintan Wiktorowicz)
  • "Kadın düşmanlığı, militanlık, aşırıcılık veya Kuran ve hadislerin katı ve harfi harfine yorumlanmasına yönelik belirgin bir eğilimi olan herhangi bir İslami hareketi" ifade etmek için yanlış bir şekilde kullanılan genel bir terim (Natana J. DeLong-Bas)
  • "Hiç kimse Vahhabiliği tanımlayamaz. Vahhabilik diye bir şey yoktur. Vehhabilik olduğuna inanmıyoruz." (Muhammed bin Salman, Suudi Arabistan Veliaht Prensi)
  • RMIT Üniversitesi'nde Felsefe Doktoru olan Rohan Davis'e göre:

    "...Vahhabilik doğal ya da nesnel bir gerçekliğe sahip değildir... Bu görüş, gerçek bir şeyin bir dış gerçeklikte var olduğunu ve insan düşüncesinde dilsel sözcüğün gönderme yaptığı kavrama karşılık geldiğini savunur... Saussure, kavram tanımlarının belirli bir dil sisteminden bağımsız olarak ya da onun dışında var olmasının mümkün olmadığına işaret etmiştir. Vahhabilik gibi kavramlar, insanlar tarafından adlandırılmadan ve anlam yüklenmeden var olamaz."

Etimoloji

Vahhabi terimi İbadilik içinde baskın inanç olan Vahbi ile karıştırılmamalıdır. Sömürgecilik döneminden bu yana Vahhabi sıfatı, çeşitli dış gözlemciler tarafından İslam dünyasındaki çok çeşitli reform hareketlerini yanlış veya aşağılayıcı bir şekilde ifade etmek için yaygın olarak kullanılmıştır. Cezayirli akademisyen Muhammed El Hajjoui, Necd'in Sünni Hanbelilerine "Vehhabilik" yaftasını ilk yapıştıranların Osmanlılar olduğunu ve siyasi amaçlarla "Necd'in Hanbelileri hakkında yazmaları, yazmaları ve yalan söylemeleri için tüm ülkelerdeki Müslüman alimleri" işe aldıklarını belirtmektedir.

"Vehhabilik" teriminin etiketlenmesi tarihsel olarak Muhammed ibn Abdülvehhab'ın doktriner takipçilerinin ötesine geçmiştir; bunların hepsi bu etiketi reddetme eğilimindedir. Dolayısıyla bu terim hem tartışmalı hem de ihtilaflı bir kategori olmaya devam etmektedir. Sömürgecilik döneminde Britanya İmparatorluğu bu terimi, emperyal çıkarlarına engel olduğunu düşündüğü Müslüman alim ve düşünürleri çeşitli bahanelerle cezalandırmak için yaygın olarak kullanmıştır. Sufi Evliyalardan ve mistik tarikatlardan ilham alan birçok Müslüman isyancı, Bengal'den Pencap'a uzanan daha geniş bir "Vahhabi" komplosunun parçası olarak İngiliz Rajı tarafından hedef alındı. İbn Abdülvehhab'ın doktrinleriyle çok az benzerlik taşımasına rağmen, Müslüman dünyasının dışarıdan gözlemcileri İslam dünyasındaki çeşitli dini arındırma kampanyalarını sıklıkla Vahhabi etkisine bağlamışlardır. Qeyamuddin Ahmed'e göre:

"İngiliz Hükümeti'nin gözünde Vahabi kelimesi 'hain' ve 'asi' ile eş anlamlıydı... Bu sıfat dini-siyasi bir istismar terimi haline geldi."


Hintli Ehl-i Hadis lideri Nawab Sīddïq Hasān Khán (1832-1890 C.E) "Vahhabi" teriminin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmış; bu terimi öncelikle coğrafyaya dayanan kısıtlayıcı bir bölgesel terim olarak görmüş ve ayrıca terimin siyasi olarak manipülatif olduğunu düşünmüştür. Ona göre, Tevhid taraftarlarını "Vahhabi" olarak etiketlemek, İslam evrenselciliğine karşı çıkan bir tür bölgeselciliği sembolize ettiği için yanlıştı. Khan, bu terimin dünyanın farklı bölgelerinde farklı, ilgisiz ve dar yerel çağrışımlara sahip olduğunu savunmaktadır. Ona göre bu terim, Necdli İbn Abdülvehhab'ın kültürel olarak dışlayıcı hareketinin adını ve zarar verici çağrışımını ödünç alan ve yanlış bir şekilde geniş bir yelpazedeki sömürge karşıtı İslami reform hareketlerine uygulanan siyasi ve aşağılayıcı bir ifade haline gelmiştir. Kendisini ve Hintli Müslüman kamuoyunu bu etiketten uzak tutmuş ve şöyle yazmıştır:

"Türbelere ve pirlere tapmayan ve insanları yasadışı eylemlerden men eden Hintli Muhammedileri vahabi olarak adlandırmak birkaç nedenden ötürü tamamen yanlıştır: Öncelikle onlar kendilerini bu şekilde tanımlamıyorlar, aksine kendilerini Sünni olarak adlandırıyorlar... Eğer inançlarında vahabiliğe dair bir şey olsaydı, kendilerini bu isimle adlandırırlardı ve bu yakıştırmadan rahatsız olmamaları gerekirdi... Tek Tanrı'ya tapanlar, İbn Abdülvehhab'ın sadece farklı bir ulusa ve onun tüm politikalarına ait olmasından dolayı değil, Tanrı'yı tüm dünyanın hükümdarı ve koruyucusu olarak gördükleri ve bu [evrenselci] duruşları, bölgesel olarak kök salmış bir Abdülvehhab'ın takipçileri oldukları söylendiğinde köreldiği için İbn Abdülvehhab tarzında Vahabi olarak adlandırılmaya itiraz ederler."

Çağdaş kullanım

Çağdaş söylemde, Sovyet sonrası devletler, komşu Müslüman ülkelerdeki İslami iddianın herhangi bir tezahürünü ifade etmek için yaygın olarak "Vahhabilik" terimini kullanmaktadır. Sovyet döneminde Müslüman muhalifler genellikle "Sufi" ve "fanatik" gibi terimlerle yaftalanıyor, yeraltı dini komplolarına dair korkuları çağrıştıran İslamofobik bir kelime dağarcığı kullanılıyordu. 1990'ların sonlarına gelindiğinde, "Vahhabi" etiketi "İslami Tehlike "ye atıfta bulunmak için kullanılan en yaygın terim haline gelirken, "Sufizm" Vahhabilerin "radikalizmini" dengeleyen "ılımlı" bir güç olarak anılmaya başlandı. Sovyet sonrası devletlerin eski muhafızları bu etiketi, tüm muhalefeti aşırılık yanlısı olarak göstermek ve böylece diktatör kimliklerini güçlendirmek için faydalı buldular. Kısacası, dini ya da siyasi statükoyu eleştiren her Müslüman "Vahhabi" damgası yeme riskiyle karşı karşıya kalıyordu.

Georgetown Üniversitesi'nde Tarih Doçenti olan M. Reza Pirbhai'ye göre, Batı'ya karşı "Vahhabi Komplosu" kavramları son zamanlarda Batı medyasının çeşitli kesimlerinde yeniden ortaya çıktı; bu terim, yeni sömürgeciliğin neden olduğu yerel hoşnutsuzlukların telafisi peşinde koşan geniş ve farklı grupların endişelerini silen resmi bir anlatıyı çerçevelemek için her şeyi kapsayan bir ifade olarak kullanıldı. The New York Times'ta "Vahhabilik "ten ilk kez 1931 tarihli bir başyazıda bahsedilmiş ve bu başyazıda Vahhabilik "militan" ya da "Batı karşıtı" eğilimlerle ilişkilendirilmeksizin "geleneksel" bir hareket olarak tanımlanmıştır. 1931 ile 2007 yılları arasında The New York Times'da "Vahhabilik" kelimesinin geçtiği seksen altı makale yayınlanmış olup, bu makalelerin altısı Eylül 2001'den önce, geri kalanı ise bu tarihten sonra yayınlanmıştır. 1990'larda "militan" olarak tanımlanmaya başlandı, ancak henüz düşmanca bir güç olarak değil. 2000'lere gelindiğinde, 19. yüzyıl terminolojisi olan "Vahhabilik" yeniden ortaya çıkmış ve "Medeni Dünyanın 'fanatik' ve 'despotik' antitezi" rolünü yeniden üstlenmiştir. Reza Pirbhai, bu kullanımın, tutarlı ve koordineli bir Uluslararası ideolojik devrimciler ağını tasvir ederek emperyal amaçlara yardımcı olan resmi bir anlatı üretmek için kullanıldığını ileri sürmektedir. Vehhabiliğin yaygın Liberal tasvirleri onu özellikle kadınlar için kısıtlayıcı dogmalar bütünü olarak tanımlarken, yeni muhafazakar tasvirler "Vehhabileri" "Vahşiler" veya "fanatikler" olarak resmetmektedir.

İsimlendirme tartışmaları ve kafa karışıklığı

Vehhabiler bu terimi sevmezler - ya da en azından sevmemişlerdir. İbn Abdülvehhab, bir İslami ekolü (mezhebi) etiketlemek için bir kişinin adını kullanmak da dâhil olmak üzere, âlimlerin ve diğer bireylerin yüceltilmesine karşıydı. Algılanan olumsuz imaları nedeniyle, hareketin üyeleri kendilerini tarihsel olarak "Muvahhidun", Müslümanlar vb. ve daha yakın zamanda "Selefiler" olarak tanımladılar. Robert Lacey'e göre "Vahhabiler kendilerine geleneksel olarak verilen bu isimden her zaman hoşlanmamışlar" ve Muvahhidun (Üniteryenler) olarak adlandırılmayı tercih etmişlerdir. Tercih ettikleri bir diğer terim ise, inançlarını "saf İslam" olarak gördükleri için sadece "Müslümanlar" olmuştur. Ancak eleştirmenler bu terimlerin Vahhabi olmayan Müslümanların ya tektanrıcı olmadıklarını ya da Müslüman olmadıklarını ima ettiğinden şikâyet etmektedir. Buna ek olarak, Muvahhidun ve Üniteryen terimleri hem var olan hem de yok olan diğer mezheplerle ilişkilendirilmektedir.

Vehhabilerin kullandığı ve/veya tercih ettiği söylenen diğer terimler arasında Ehl-i Hadis ("Hadis Ehli"), Selefi dawah ("Selefi vaaz") veya al-da'wa ila al-tawhid ("taraftarlardan ziyade okul için tevhit vaazı") veya Ehl ul-Sunna wal Jama'a ("Muhammed'in geleneğinin insanları ve Ümmetin konsensüsü") bulunmaktadır, Ehl-i Sünnet ("Sünnet Ehli"), et-Tariqa al-Muhammadiyya ("Peygamber Muhammed'in yolu"), et-Tariqa al-Salafiyya ("dindar ataların yolu"), "Şeyh'in reform ya da Selefi hareketi" (Şeyh İbn Abdülvahhab'dır) vb. Kendilerini "Sünnet Ehli" olarak tanımlamaları Vehhabiliğin özgünlüğü açısından önemliydi, çünkü Osmanlı döneminde sadece Sünnilik meşru doktrindi.

Quinton Wiktorowicz gibi başka yazarlar da "Selefi" teriminin kullanılmasını teşvik etmekte ve "kendilerini Vahhabi olarak tanımlayan bireyler ya da unvanlarında 'Vahhabi' kelimesini kullanan ya da ideolojilerine bu şekilde atıfta bulunan örgütler bulmanın zor olacağını (İslami terminolojiye aşina olmayan Batılı bir dinleyici kitlesine konuşmadıkları sürece, ki o zaman bile kullanım sınırlıdır ve genellikle 'Selefi/Vahhabi' olarak görünür)" savunmaktadır. Bir New York Times muhabiri Suudilerin Vahhabilik teriminden "nefret ettiklerini", "bunun kendilerini ayırdığını ve İslam'ın yekpare bir inanç olduğu fikriyle çeliştiğini düşündüklerini" yazıyor. Örneğin Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz Al Suud bu terime "burada (Suudi Arabistan'da) var olmayan bir doktrin" olarak saldırmış ve terimi kullananlara "Suudi Arabistan'da uygulanan İslam'ın Kur'an ve Nebevi Hadislerin öğretilerinden herhangi bir sapmasını" tespit etmeleri için meydan okumuştur. Ingrid Mattson ise "'Vahhabilik' bir mezhep değildir. İslam'ı yüzyıllar boyunca (edinilmiş) katı kültürel uygulamalardan kurtarmak için 200 yıl önce başlayan toplumsal bir harekettir."

Öte yandan, Global Security ve Library of Congress'teki yazarlara göre bu terim artık sıradanlaşmış durumda ve Vehhabiliğin "kalbi" olarak adlandırılan Necd bölgesindeki Vehhabi alimler tarafından bile kullanılıyor. Gazeteci Karen House 'Selefi'yi 'Vahhabi' için "siyaseten daha doğru bir terim" olarak nitelendiriyor. Lacey'e göre her halükarda, diğer terimlerin hiçbiri tutmadı ve bu nedenle Hıristiyan Quakerlar gibi Vahabiler de "karşıtları tarafından kendilerine verilen ilk isimle tanınmaya devam etti". Bununla birlikte, çeşitli otoriter hükümetlerin, herhangi bir muhalif üzerindeki kitlesel baskıları haklı çıkarmak için meşru ya da gayrimeşru tüm muhalefet için "Vahhabi aşırılık yanlıları" etiketini yaygın olarak kullanması nedeniyle kafa karışıklığı daha da artmaktadır.

(Taraftarları "Vahhabi" olarak da adlandırılan ancak İbaadi Hariciler olan bir başka hareket, hareketin lideri olan Abdülvahhab ibn Abdülrahman'ın milattan sonra sekizinci yüzyılda yaşadığı ve vaaz verdiği Kuzey ve Sahra altı Afrika'da bazı karışıklıklara neden olmuştur.)

Vehhabiler ve Selefiler

Selefiyye hareketi ("ilk üç neslin dindar selefleri" anlamına gelen "Selef-i Salih "ten türetilen terim), dünya genelinde Sünni İslam içerisinde "saf" İslam'a dönüş, nebevi sünnetin ihyası ve İslam alimlerinin ilk nesillerinin uygulamaları için kampanya yürüten geniş bir reform hareketini ifade etmektedir. Suudi alim Abdülaziz Bin Baz'a göre:

Selefi çağrı, Allah'ın Peygamberi Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- tarafından gönderilene çağrıdır; Kur'an ve Sünnet'e bağlı kalma çağrısıdır; Selefiliğe yapılan bu çağrı, Peygamber'in Mekke'de ve ardından Medine'de takip ettiği uygulamaları takip etme çağrısıdır. Müslümanlara daveti öğretmekten, insanları iyilik yapmaya yönlendirmeye, onlara Allah'ın birliği (tevhid), ona sadakat ve Elçisi Muhammed'e iman konusunda Allah'ın Peygamberi tarafından gönderilenleri öğretmeye kadar.


Birçok akademisyen ve eleştirmen Vahhabi ve Selefi arasında ayrım yapmaktadır. Analist Christopher M. Blanchard'a göre Vehhabilik "Suudi Arabistan merkezli ve oradan yayılan muhafazakâr bir İslami inancı" ifade ederken, Selefiyye "İslam dünyasında çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde bağımsız olarak gelişen daha genel bir püriten İslami harekettir". Ancak pek çok kişi Vahhabiliği Arabistan'a özgü Selefilik olarak görmektedir. Mark Durie'ye göre Vehhabilik, Selefiliğin Arabistan versiyonudur ve Suudi liderler "dünyanın her yerinde Selefiliği finanse etmek ve teşvik etmek için" hatırı sayılır mali kaynaklarını kullanmakta "aktif ve gayretlidir". Ahmad Moussalli ise Vehhabiliğin Selefiliğin bir alt kümesi olduğunu kabul etme eğilimindedir ve "Kural olarak tüm Vehhabiler Selefidir, ancak tüm Selefiler Vehhabi değildir" demektedir. Quintan Wiktorowicz, modern Selefilerin 18. yüzyıl alimi Muhammed bin Abdülvahhab'ı ve öğrencilerinin çoğunu Selefi olarak gördüklerini belirtmektedir.

Utrecht Üniversitesi'nde İslam ve Arap Çalışmaları doçenti olan Joas Wagemakers'a göre Selefilik, Selef-i Salih'in örneklerine göre yaşamayı arzulayan dünya genelindeki geniş Müslüman hareketlerinden oluşmaktadır; "Vehhabilik" ise - taraftarları tarafından reddedilen bir terimdir - 18. yüzyıl alimi Muhammed ibn Abdülvehhab tarafından başlatılan ve Necd'in orta Arabistan bölgesinde sonraki öğrencileri aracılığıyla gelişen özel bir reform (ıslah) kampanyası markasına atıfta bulunur. Necd'deki Vahhabi Müslümanlarla olan ilişkilerine rağmen diğer Selefiler çoğu zaman Vahhabilerle teolojik olarak ayrışmış ve dolayısıyla kendilerini onlarla özdeşleştirmemişlerdir. Bunlar arasında inançlarını gereğinden fazla sert bir şekilde uygulamaları, diğer Müslümanlara karşı hoşgörü göstermemeleri ve taklide karşı olduklarını ve içtihadı savunduklarını ifade etmelerindeki eksik bağlılıkları nedeniyle Vehhabilerle yaşadıkları önemli anlaşmazlıklar yer almaktadır.

Akide doktrinlerinde Vehhabiler ve Selefiler birbirlerine benzemektedir; özellikle de Tevhid'e odaklanmaları bakımından. Bununla birlikte, Muvahhidun hareketi tarihsel olarak öncelikle Tevhid-i Rububiyet (Rububiyetin Birliği) ve Tevhid-i Ulûhiyet (İbadetin Birliği) ile ilgilenirken, Selefiyye hareketi Tevhid-i Esma ve Sıfat'a (İlahi İsim ve Sıfatların Birliği) ek bir vurgu yapmıştır; Allah'ın İsim ve Sıfatlarına ilişkin gerçek bir anlayışla.

Tarih

18. yüzyıla ait bir Arap Yarımadası haritası. 1740s

Vahhabi misyonu, 18. yüzyılda Necd'in uzak ve kurak bir bölgesinde canlanmacı ve reformcu bir hareket olarak başlamıştır. Bu dönemde Arap Bedevileri tarafından çok sayıda İslam öncesi inanç ve âdet uygulanmaktaydı. Bunlar arasında atalara tapınma, aziz kültü inancı, animist uygulamalar, güneş mitleri, fetişizm gibi Orta Arabistan'ın göçebe kabileleri arasında popüler hale gelen çeşitli folklorik inanışlar yer alıyordu. Muvahhidun'un lideri Muhammed ibn Abdülvehhab, Necd halkı arasında yaygın olan, ancak putperestçe kirler ve İslam'da yenilikler (bidat) olarak gördüğü taşlara, ağaçlara ve mağaralara saygı gösterme, azizlere dua etme ve onların mezarlarına ve türbelerine hac ziyaretleri gibi uygulamaların tasfiye edilmesini savundu. Hareketi Kur'an ve hadise bağlılığı vurgulamış ve içtihadın kullanılmasını savunmuştur. Sonunda İbn Abdülvehhab, yerel bir lider olan Muhammed bin Suud ile siyasi itaat teklif eden ve Vahhabi hareketinin korunması ve yayılmasının "güç ve ihtişam" ve "toprakların ve insanların" yönetimi anlamına geldiğini vaat eden bir anlaşma yaptı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüyle birlikte El-Suud hanedanı ve onunla birlikte Vehhabilik kutsal şehirler Mekke ve Medine'ye yayıldı. 1939'da Basra Körfezi yakınlarında petrol bulunmasının ardından, milyarlarca dolara ulaşan petrol ihracatı gelirlerine erişim sağladı. Kitaplara, medyaya, okullara, üniversitelere, camilere, burslara, gazeteciler, akademisyenler ve İslam alimleri için kazançlı işlere harcanan bu para, Vehhabiliğe dünya çapında İslam'da "üstün bir güç konumu" kazandırdı. Vehhabiliğin kurulduğu ülkede - ve devlet dini olduğu en büyük ve en güçlü ülkede - Vehhabi ulema 20. yüzyılda eğitim, hukuk, kamu ahlakı ve dini kurumlar üzerinde kontrol kazanırken, siyasi koruyucusu Al Suud hanedanının gücünü pekiştirmek uğruna modern teknoloji ve iletişimin ithalatı ve gayrimüslimlerle ilişkiler gibi yeni maddi gelişmelere "değiş tokuş" olarak izin verdi.

Ancak yirminci yüzyılın son birkaç on yılında, Suudi Arabistan'da ve Müslüman dünyanın geri kalanında Vahhabi "güvenilirliğini" aşındırmak için çeşitli krizler yaşandı: Kasım 1979'da Ulu Cami'nin militanlar tarafından ele geçirilmesi; 1991'de Irak'a karşı Körfez Savaşı sırasında ABD askerlerinin Suudi Arabistan'da konuşlanması; ve 11 Eylül 2001'de New York ve Washington'a yapılan El Kaide saldırıları. Her durumda Vahhabi uleması, hanedanın dini muhalefeti bastırma çabalarını desteklemeye çağrıldı - ve her durumda bunu yaptı - Suudi hanedanına ve genellikle popüler olmayan politikalarına olan bağımlılığını ortaya koydu. Batı'da, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve muhafazakar, dindar Suudi Arabistan ile anti-komünist ittifakın geçerliliğini yitirmesiyle birlikte; 11 Eylül 2001 saldırıları krallığa ve özellikle de resmi dinine karşı büyük bir güvensizlik yarattı.

Muhammed ibn Abdülvehhab

Vehhabiliğin hamisi Muhammed ibn Abdülvehhab, 1702-03 yıllarında, bugün Suudi Arabistan'ın orta kesiminde yer alan Necd bölgesindeki küçük bir vaha kasabası olan Uyeyne'de doğdu. İlmi eğitiminin bir parçası olarak İbn Abdülvehhab gençliğinde Arabistan ve Irak'taki çeşitli İslami merkezlere seyahat ederek ilim aradı. Hac yapmak için Mekke ve Medine'ye gitti ve önemli hadis âlimlerinden ders aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra Irak'a gitti ve 1740 yılında memleketine döndü. Bu seyahatler sırasında İbn Abdülvehhab fıkıh, kelam, felsefe ve tasavvuf gibi çeşitli dini disiplinleri incelemiştir. Evliya kültü merkezli çeşitli ritüellere ve uygulamalara maruz kalması, İbn Abdülvehhab'ın Uyeyne'ye döndüğünde Sufiler arasında yaygın olan çeşitli batıl uygulamalara ve birikimlere eleştirel yaklaşmasına yol açacaktı. Babasının ölümünün ardından İbn Abdülvehhab alenen dini vaazlarına başladı.

Usulü't-Talatha (Üç Temel İlke), İbn Abdülvehhab'ın bir broşürü

Muhammed ibn Abdülvahhab, Müslümanlar arasında Müslüman azizlere hürmet ve batıl inançlarla ilgili çeşitli inanç ve uygulamaların yaygın olduğu Orta Arabistan bölgelerinde davetini tebliğ etmeye başladığında, başlangıçta reddedildi ve "sapkın" olarak adlandırıldı. Ancak daha sonra onun davet çağrısı giderek daha popüler hale geldi. Etkili ve karizmatik dini tebliğin (da'wa) önemini fark eden İbn Abdülvehhab, öğrencilerini diğer Müslümanları reformist ideallerine ikna etmek için savaşmak yerine muhakeme ve tebliğ yolunda ustalaşmaya çağırdı. Böylece İbn Abdülvehhab, reformlarını Arap bedevilerinin sosyo-politik değerlerini yansıtacak ve yerel hassasiyetlere uyum sağlayacak şekilde gerçekleştirmiştir.

İslam inancına göre, Allah'tan başka herhangi bir varlığa tapınmayı içeren ve diğer yaratıkları Allah'ın gücüyle ilişkilendiren her türlü eylem veya ifade putperestlikle (şirk) eşdeğerdir. İbn Abdülvehhab ile muhalifleri arasındaki tartışmanın özü bu fiillerin kapsamı üzerineydi. İbn Abdülvehhab'a göre, nesnelerden, ölmüş Müslüman azizlerin (Evliyalar) türbelerinden vb. yardım istemek (istiğase) gibi adanmışlık eylemlerinde bulunanlar bidat ve şirk suçu işleyen kafirlerdi. İbn Teymiyye'nin tekfir (aforoz) yaklaşımını yeniden canlandıran İbn Abdülvehhab, bu uygulamalara bağlı olanları ya kâfir (kuffâr) ya da sahte Müslüman (münâfiḳûn) ilan etti ve bu nedenle onları dinden döndükleri (ridde) için ölüme layık gördü. Kâfir ya da zındık olmakla suçladığı Müslümanlar doğrudan öldürülmezdi; önce onlara tövbe etmeleri için bir şans verilirdi. Tövbe ederlerse tövbeleri kabul edilir, ancak kanıtların açıklanmasından sonra tövbe etmezlerse mürted (murtaddin) olarak İslami ölüm cezası altında idam edilirlerdi.

İbn Abdülvehhab, temel İslami öğretilerden habersiz olan herhangi bir kişinin açıklığa kavuşturulana kadar mazur görülmesi gereken Udhr bil Jahl (cehalet mazereti) doktrininin önemli bir savunucusuydu. Bu doktrine göre, şirk (çok tanrıcılık) veya küfür (inançsızlık) inançlarına düşenler, ancak Kutsal Yazılardaki kanıtlara doğrudan erişebildikleri ve hatalarını anlayıp geri dönme fırsatı buldukları takdirde aforoz edilmelidir. Bu nedenle, eğitim ve diyaloğun ileriye giden yol olduğunu ileri sürmüş ve takipçilerinin muhaliflerine karşı pervasızca suçlamalarda bulunmalarını yasaklamıştır. Bu ilkeyi takip eden İbn Abdülvehhab, düşmanlarının işlerini Allah'a havale etmiş ve çeşitli durumlarda onlarla savaşmaktan kaçınmıştır.

İbn Abdülvehhab'ın doktrinleri, yaşadığı dönemde bazı İslam âlimleri tarafından eleştirilmiş ve onu İslam tarihini, eserlerini, geleneklerini ve Müslüman hayatının kutsallığını göz ardı etmekle suçlamışlardır. Kendisini eleştirenler çoğunlukla Basra, Mekke ve Medine merkezli Vehhabi hareketinin büyümesinden doğrudan etkilenen anavatanı Orta Arabistan'ın Necd bölgesinden ulemaydı. Kutsal metinleri doğrudan anlamanın (İctihad) üstünlüğüne dair inançları ve taklidi (geçmiş hukuk eserlerini körü körüne takip etme) reddetmesi de onu dini müesses nizamın hedefi haline getirmiştir. İbn Abdülvehhab ise din adamları sınıfında yaygın olan kayırmacılık ve yolsuzluğu eleştirmiştir.

İbn Abdülvehhab'ın ilk muhalifleri onun doktrinini "Harici mezhep sapkınlığı" olarak sınıflandırmıştır. Buna karşılık İbn Abdülvehhab, "her yıl Mekke'de ibadet etmek için Arabistan'ı boydan boya kat eden süslü, gösterişli, tütün içen, müzikten hoşlanan, davul çalan Mısırlı ve Osmanlı soyluları "nı derinden küçümsüyor ve onları ya kendi doktrinine boyun eğdirmeyi ya da devirmeyi amaçlıyordu. Ayrıca, çeşitli eleştirmenler tarafından kendisine yöneltilen, kendisine karşı çıkan veya Muvahhidun'un kontrolündeki topraklara hicret etmeyenleri tekfir etme (aforoz etme) iddiası gibi iddiaları reddetmiş ve kınamıştır. Kendisine yöneltilen suçlamalara yanıt veren İbn Abdülvehhab şunları söylemiştir

"Yalan ve iftiraya gelince, bizim tekfiri genelleştirdiğimizi ve hicreti bize farz kıldığımızı söylemeleri gibi... Bütün bunlar, insanları Allah'ın ve Resûlü'nün dininden alıkoyan yalan ve iftiralardandır. Abdülkadir'in kabri üzerindeki puta veya Ahmed el-Bedevî'nin kabri üzerindeki puta tapanları ve benzerlerini -cahilliklerinden ve kendilerini uyaracak birinin bulunmamasından dolayı- tekfir etmediğimiz halde, bize hicret etmedikleri, bizi tekfir etmedikleri ve bizimle savaşmadıkları halde şirk koşmayanları nasıl tekfir edebiliriz?"


Şehrin yöneticisi Osman ibn Muammer'in desteğiyle İbn Abdülvehhab, İslam peygamberi Muhammed'in sahabelerinden Zeyd ibn el-Hattab'ın mezarının yıkılması ve zina yapan bir kadının itirafının ardından taşlanarak öldürülmesi gibi bazı dini reformlarını Uyeyne'de gerçekleştirdi. Ancak daha güçlü bir şef (Süleyman ibn Muhammed ibn Gureyr) Osman ibn Muammer'e onu Uyeyne'den kovması için baskı yaptı.

Suud Hanedanı ile ittifak

Muhammed ibn Suud ile Muhammed ibn Abdülvahhab arasındaki tarihi buluşmayı anlatan belge

Yakınlardaki bir kasabanın yöneticisi Muhammed ibn Suud, İbn Abdülvahhab'ı kendisine katılmaya davet etti ve 1744 yılında ikisi arasında bir anlaşma yapıldı. İbn Suud Vahhabi misyonunun doktrinlerini koruyacak ve yayacak, İbn Abdülvahhab ise "hükümdarı destekleyecek, ona 'şan ve güç' sağlayacaktı". İbn Abdülvehhab, mesajını kim savunursa, "onun vasıtasıyla topraklara ve insanlara hükmedeceğini" vaat etmiştir. İbn Suud yerel hasattan vergi almak gibi şeriat dışı uygulamalardan vazgeçecek, bunun karşılığında Allah da onu fetihlerden elde edeceği ganimetler ve vazgeçtiğinden daha fazla şeriata uygun vergilerle mükâfatlandıracaktı. Vahhabi misyonu ile Al Suud ailesi arasındaki ittifak "iki buçuk asırdan fazla sürmüş", yenilgi ve çöküşlerden kurtulmuştur. İki aile yıllar içinde birçok kez evlenmiştir ve günümüz Suudi Arabistan'ında din bakanı her zaman Al ash-Sheikh ailesinin bir üyesidir, yani İbn Abdülvahhab'ın soyundan gelmektedir.

İlk Suudi Devleti (1744-1818)

Natana J. DeLong-Bas'a göre, İbn Abdülvehhab kâfir olarak algılanan kişilerle savaşmayı teşvik etmekten kaçınmış, saldırmak yerine vaaz vermeyi ve ikna etmeyi tercih etmiştir. İbn Abdülvehhab, İbn Suud'un devleti birleştirme projesine müdahale etmeme politikası izlemiştir. İbn Suud siyasi ve askeri konulardan sorumluyken, İbn Abdülvehhab'ın dini öğretilerini destekleyeceğine söz verdi. Ancak İbn Suud'un askeri seferleri İbn Abdülvahhab tarafından her zaman onaylanmamıştır. Emir (siyasi lider) ve İmam'ın (dini lider) özel rollerini tanımlayan İbn Abdülvehhab, sadece İmam'ın (dini lider) yasal dini şartları yerine getirdikten sonra askeri harekâtı cihat olarak ilan edebileceğini belirtmiştir. İbn Abdülvehhab cihada sadece Vahhabi cemaati ilk saldırıya uğradığında, savunma tedbiri olarak izin vermişti. Onun temel amacı, kademeli bir eğitim süreci yoluyla Müslümanların inanç ve uygulamalarında dini reform yapmaktı. İbn Abdülvehhab, kendi reformist ideallerinden farklı düşünenlere karşı "din değiştir ya da öl" yaklaşımından ziyade diyalog çağrısı yapıyor, dini tartışma ve münazaralara davet gönderiyordu. Orduya başvurmak son seçenekti ve nadiren başvurulduğunda da katı İslami hukuk kurallarına uyulmalıydı.

İbn Abdülvehhâb ve destekçileri, saldırgan bir savaşın kurbanları olduklarını savunuyor; muhaliflerini tekfir ilanlarını başlatmakla suçluyor ve Dirʿiyye Emirliği'nin askeri operasyonlarının kesinlikle savunma amaçlı olduğunu iddia ediyorlardı. Riyad'ın güçlü reisi Dahhâm ibn Devvâs'ın (v. 1187/1773) 1746'da Diriyye'ye karşı başlattığı sebepsiz askerî saldırının hatırası Vehhâbî geleneğine derinlemesine işlemişti ve düşmanlarının ilk tekfir eden ve savaşı başlatan taraf olduğu hareketin standart iddiasıydı. Necd Emirliği'nin (İkinci Suudi Devleti) önde gelen kadısı ve İbn Abdülvehhab'ın torunu Abdurrahman ibn Hasan Ali eş-Şeyh (H.1196-1285 / M.1782-1868), kabile reisi Dahhâm'ı, bölgedeki en güçlü şehrin güçlerinin desteğiyle Vehhâbîlere karşı sebepsiz bir askeri saldırı başlatan ilk kişi olarak tanımlar. Erken dönem Vahhabi tarihçisi İbn Ğannâm, Tarikh an-Necd (Necd Tarihi) adlı kitabında İbn Abdülvehhâb'ın düşmanları onu aforoz edip kanını helal görene kadar şiddet kullanma emri vermediğini belirtir:

"Kendisinin ve takipçilerinin öldürülmesi ve aforoz edilmesi gerektiğine hükmetmeye başlayana kadar kafirlerin ve sapkınların çoğunluğuna karşı kan dökülmesi veya savaşılması için hiçbir emir vermedi."


Ancak Muhammed bin Suud'un 1765'te ölümünden sonra oğlu ve halefi Abdülaziz bin Muhammed, reform hareketinin eğitim programlarını terk ederek ve savaş konusundaki İslami dini kısıtlamaları bir kenara bırakarak Suudi gücünü genişletmek ve zenginliklerini artırmak için askeri operasyonlara başladı. Anlaşmazlıklar nedeniyle İbn Abdülvehhab 1773 yılında imamlık görevinden istifa edecek ve açık siyasi ve mali kariyerinden emekli olacaktır. Suudi askeri seferlerini meşrulaştırmaktan kaçındı; hayatının geri kalanını eğitim çabalarına ve zühde adadı.

Osmanlı İmparatorluğu ile Çatışmalar

İlk Suudi devletinin başkenti Dir'iyah'ın kalıntıları

İbn Abdülvehhab'ın ölümünden sonra Abdülaziz yayılmacı vizyonunu Necd'in sınırlarının ötesinde sürdürdü. Fetih, 19. yüzyılın başlarında Mekke ve Medine'yi fethedene kadar Arap Yarımadası boyunca genişledi. Bu dönemde Vehhabiler, Hicaz'daki Müslüman Şeriflerle savaşmalarını ve onları fethetmelerini meşrulaştırmak için İslam hukukuna sıkı sıkıya bağlı olmayan kendi halinde Müslümanları gayrimüslim ilan eden İbn Teymiyye'nin fikirlerini doğrudan canlandırmaya başladılar. En kayda değer ve tartışmalı saldırılarından biri 1802 yılında Şiilerin çoğunlukta olduğu Kerbela şehrine yönelikti. Vahhabi tarihçi Osman b. Abdullah b. Bişr'e göre; Suudi orduları şehir sakinlerinin çoğunu öldürdü, şehrin servetini yağmaladı ve halka dağıttı. 1805 yılına gelindiğinde Suudi orduları Mekke ve Medine'nin kontrolünü ele geçirmişti.

Daha 18. yüzyılda Osmanlı-Suudi çatışması iki ulusal kimlik arasında bir çatışmaya işaret ediyordu. Doktrinel farklılıklara ek olarak, Vehhabilerin Osmanlı İmparatorluğu'na duyduğu öfke de pan-Arap duygulara dayanıyordu ve Arapların siyasi egemenliğe sahip olmadığı çağdaş durumla ilgili endişeleri yansıtıyordu. Vahhabi şiirleri ve kaynakları Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk kimliğine karşı büyük bir aşağılama sergilemiştir. Savaşlarını dini bayrak altında meşrulaştırırken, bir diğer önemli hedef de Türk hegemonyasını Arapların egemenliğiyle değiştirmekti. Bu dönemde Britanya İmparatorluğu da Vahabiler ile çatışmaya girmişti. Körfez bölgesindeki İngiliz ticari çıkarları, Dir'iyye Emirliği'ne bağlılık yemini etmiş olan "korsan" kabileler tarafından tehdit ediliyordu. 19. yüzyılın başları aynı zamanda Körfez bölgesinde İngiliz deniz hegemonyasının ortaya çıktığı bir dönem oldu. Muvahhidun idealleri, çeşitli Arap sultanlıklarına yükselen sömürgeci tecavüze karşı silahlı cihat ilan etmeleri için teolojik ilham kaynağı oldu. İngiliz Kraliyet donanmasına karşı çok sayıda deniz saldırısı, Körfez'de konuşlanmış Vahhabi donanmaları tarafından başarıyla gerçekleştirildi.

İngiliz Seferi kuvvetleri Aralık 1809'da kıyı kenti Ras al-Khaimah'ı yağmalarken

İngilizlerin Vahhabi karşıtı propagandası, onları hegemonyalarına karşı yükselen bir meydan okuma olarak algılayan Osmanlı yetkililerini de etkiledi. Osmanlı İmparatorluğu, Mısırlı hırslı Muhammed Ali'den şüphelenerek ona Vahhabilerle savaşması talimatını verdi, çünkü her ikisinin de yenilmesi kendileri için faydalı olacaktı. Muhammed Ali ve askerleri arasındaki gerginlik, onları Arabistan'a göndermesine ve Diriye Emirliği'ne karşı savaşmasına ve birçok kişinin katledilmesine neden oldu. Bu da Osmanlı-Suudi Savaşı'na yol açtı. İbrahim Paşa liderliğindeki Osmanlı Mısır'ı, 1811'de başlayan bir seferde Suudileri yenmeyi başardı. 1818'de Suud'u yenilgiye uğratarak başkent Diriye'yi yerle bir ettiler, sakinlerini katlettiler, Suud emirini idam ettiler ve emirliğin siyasi ve dini liderliğini sürgüne gönderdiler ve sadece Suud Hanedanını değil, Vahhabi misyonunu da başarısız bir şekilde ortadan kaldırmaya çalıştılar.

Ras al-Khaimah'ın 1819 Basra Körfezi Seferi sırasında İngiliz birliklerinin eline geçmesi

Britanya İmparatorluğu, İbrahim Paşa'nın bölgedeki ticari çıkarlarını geliştirmek amacıyla Diriye'yi tahrip etmesini memnuniyetle karşıladı. Hindistan'daki İngiliz Ordusu subaylarından Yüzbaşı George Forster Sadleir, Diriye'deki İbrahim Paşa ile görüşmek üzere Bombay'dan gönderildi. Dir'iyye Emirliği'nin düşmesi İngiliz İmparatorluğu'nun 1819 Basra Körfezi seferini başlatmasını da sağladı. Diriye müttefiki Qawasim hanedanıyla savaşmak için büyük bir askeri sefer gönderildi ve 1819'da Ras al Khaimah bölgeleri yok edildi. Yerel reislerle 1820'de, onları sonunda Trucial States'in himayesine dönüştürecek olan Genel Denizcilik anlaşması imzalandı; bu da Körfez'de bir asırlık İngiliz üstünlüğünü müjdeliyordu.

İkinci Suudi Devleti (1824-1891)

1850'de İkinci Suudi Devleti

İkinci ve daha küçük bir Suudi devleti olan Necd Emirliği 1824'ten 1891'e kadar varlığını sürdürmüştür. Sınırları Necd'in içinde olan Vahhabilik, Necd'in izolasyonu, değerli kaynakların eksikliği ve o dönemin sınırlı iletişim ve ulaşımı sayesinde daha fazla Osmanlı veya Mısır seferinden korunmuştur. 1880'lere gelindiğinde, Arap Bedeviler olmasa da en azından şehirli halk arasında Vehhabilik Necd'deki bölgelerin baskın dini kültürü haline gelmişti.

Reform için en etkili yaklaşım olarak diyalog ve eğitimi savunan İbn Abdülvehhab ve oğlu Abdullah gibi ilk liderlerin aksine, Muvahhidun'un sonraki âlimleri militan bir yaklaşımı tercih etti. Osmanlı'nın Diriye'yi yıkması ve dini düzene tehdit olarak görülen reformist akımları bastırmasının ardından, sonraki Muvahhidun Orta Arabistan'da onlarca yıl süren bir isyan başlattı ve radikalleşti. İbn Abdülvehhab'ın 1792'de ölümünden sonra yetkin âlimlerin yokluğu da bu değişime damgasını vurmuştur. Bu dönemde Muvahhidun, Ortaçağ ilahiyatçısı İbn Teymiyye'nin, dünyanın inananlar ve inanmayanlar olarak ikili bir bölünmesini kavramsallaştıran Al-Wala wal Bara (bağlılık ve ayrılık) gibi doktrinleri de dahil olmak üzere birçok fikrini yeniden canlandırdı. Bu ifade 18. yüzyıl Vahhabi literatüründe bulunmazken, 19. yüzyıl Vahhabi dogmasının merkezi bir özelliği haline gelmiştir.

Bu nedenle, 19. yüzyılın ikinci yarısının büyük bir bölümünde, Vahhabi topraklarında "putperestlerle" (Müslüman dünyasında yaşayanların çoğu dahil) karışmaya karşı güçlü bir isteksizlik vardı. En azından, gönüllü temas Vahhabi din adamları tarafından günah olarak görülüyordu ve eğer bir kişi putperestlerle arkadaşlık etmekten hoşlanıyor ve "onların dinini onaylıyorsa", bu bir inançsızlık eylemi olarak kabul ediliyordu. Necd'den Osmanlı topraklarına yapılan seyahatler "tamamen yasaklanmasa bile sıkı bir şekilde kontrol ediliyordu". Tarihleri boyunca Muvahhidun dış dünyaya karşı daha uyumlu hale geldi. 1800'lerin sonlarında Vehhabiler, önce Güney Asya'daki Ehl-i Hadis'te, daha sonra da Arap devletlerindeki İslami uyanışçılarda (bunlardan biri Bağdat'taki Mahmud Sahiri el-Alusi'dir) benzer inançlara sahip başka Müslümanlar buldular.

Abdülaziz İbn Suud

İbn Suud, Suudi Arabistan'ın ilk kralı, yakl. 1910

1901 yılında Muhammed ibn Suud'un beşinci kuşaktan torunu olan Abdülaziz İbn Suud, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün ardından Arap yarımadasının büyük bir kısmının fethine ve bugünkü Suudi Arabistan'ın kurulmasına yol açan bir askeri harekat başlattı. Bu dönemde Vahhabi alimler, erken dönem Selefiyye hareketinin önemli figürleri olan Cemalüddin Kasımi, Tahirüddin Cezayiri, Hayreddin Alusi gibi Doğu Arap dünyasının Sünni reformist ulemasıyla ittifak kurmaya başladılar. İhyacılar ve Vehhabiler, İbn Teymiyye'nin düşüncesine, içtihadın caizliğine ve ibadetlerin bidatlerden arındırılması ihtiyacına ortak bir ilgi duyuyorlardı. 1920'lerde, el-Menar dergisi İslam dünyasında yaygın olarak okunan öncü Arap Selefi Seyyid Raşid Rida (ö. 1935 H./ 1354 M.S.) bir "Vahhabi risaleleri antolojisi" ve İbn Suud'u "Haremeyn'in [iki kutsal şehrin] kurtarıcısı ve otantik İslami yönetimin uygulayıcısı" olarak öven bir eser yayınladı.

Rida'nın risalelerinin temel özelliği, Selef'in bozulmamış İslami inanç ve uygulamalarının yeniden canlandırılması ve Müslümanların ilk nesillerinin yüceltilmesi ve sonraki her ritüel birikimin bidat (dini sapkınlık) olarak kınanması çağrısıydı. Klasik Hanbeli ilahiyatçıları İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'in köktenci öğretilerini yeniden canlandıran Rida, aynı zamanda erdemli bir İslam toplumunun sürdürülmesi için gerekli olduğu üzere İslam ümmetini birleştirecek bir İslam Halifeliğinin siyasi restorasyonunu savunmuştur. Raşid Rida'nın İbn Teymiyye'nin doktrinleri aracılığıyla pan-İslamist canlanma için yürüttüğü kampanyalar, bir zamanlar Osmanlıcılığın hakim olduğu kozmopolit Arap eliti arasında Vehhabiliğin ana akım olarak kabul görmesini sağlayacaktı.

Abdülaziz döneminde "siyasi mülahazalar dindar Vahhabilerin tercih ettiği doktriner idealizmin önüne geçti". Abdülaziz'in siyasi ve askeri başarısı Vahhabi ulemaya önemli topraklar üzerinde yargı yetkisine sahip dini kurumlar üzerinde kontrol sağladı ve daha sonraki yıllarda Vahhabi fikirler sosyal meselelerle ilgili kural ve yasaların temelini oluşturdu ve krallığın yargı ve eğitim politikalarını şekillendirdi. Ancak iş Hicaz ve el-Hasa'daki gücü pekiştirmeye, İngiliz hükümetiyle olumlu bir ilişki sürdürmeye, modern teknolojiyi benimsemeye, basit bir hükümet idari çerçevesi oluşturmaya ya da ABD ile petrol imtiyazı imzalamaya geldiğinde Vahhabi ulemanın protestoları geçersiz kılındı. Vahhabi ulema ayrıca "sadece hükümdarın cihat ilan edebileceğini" (DeLong-Bas'a göre İbn Abdülvahhab'ın öğretisinin ihlali) teyit eden bir fetva yayınladı.

İbn Suud döneminde Vehhabilik alanı Şii bölgelerine (1913'te fethedilen el-Hasa) ve Hicaz'a (1924-25'te fethedilen) doğru genişledikçe, Vehhabiler arasındaki İhvan gibi radikal gruplar Şiilerin zorla din değiştirmesi ve (putperestlik olarak gördükleri) putperestliğin ortadan kaldırılması için baskı yaptı. İbn Suud ise "daha rahat bir yaklaşım" arayışındaydı. El-Hasa'da Şii dini bayramlarının kutlanmasını durdurma ve Şii din adamlarının öğretim ve vaaz görevlerini Vahhabi din adamlarıyla değiştirme çabaları sadece bir yıl sürdü. Mekke ve Cidde'de (Hicaz'da) tütün, alkol, iskambil kağıdı ve fonografta müzik dinleme yasağı Necd'dekinden daha gevşekti. Bazı din adamlarının itirazlarına rağmen İbn Suud hem otomobil kullanımına hem de Şiilerin hacca gitmesine izin verdi. Namaza riayet, İslami cinsiyet ayrımı kuralları gibi doğruyu emretme ve yanlışı yasaklamanın uygulanması Üçüncü Suudi emirliği döneminde önemli bir yer edinmiş ve 1926 yılında Mekke'de uygulama için resmi bir komite kurulmuştur.

İhvan isyanı (1927-1930)

İhvan ordusunun askerleri

Vahhabi savaşçılar Al Suud hükümdarlarına sadakat yemini ederken, bir büyük isyan yaşandı. Kral Abdülaziz, "telefon, otomobil ve telgraf gibi yenilikleri getirmesine" ve "oğlunu kâfirlerin ülkesine (Mısır'a) göndermesine" karşı çıkan göçebe aşiretlerden Vahhabi savaşçılara dönüşen isyancı İhvan'ı bastırdı. İngiltere, İhvan'ın İngiliz himayesindeki Trans-Ürdün, Irak ve Kuveyt'e saldırması üzerine Abdülaziz'i Vahhabi topraklarını genişletmek için cihadın bir devamı olarak uyarmıştı.

İhvan, Emir'in izni olmaksızın serbestçe cihat etme, baskın yapma vb. haklara sahip olduklarına inanan Bedevi aşiret mensuplarından oluşuyordu ve hem Vahhabi ulema hem de Suudi yöneticilerle çatışmalar yaşadılar. Ayrıca Suudilerin göçebe kabileler üzerindeki vergilerine de itiraz ediyorlardı. Suudi vatandaşlarına karşı yaptıkları baskınlardan sonra İbn Suud, 1929 yılında Vahhabi ulemanın desteğiyle İhvan'a karşı son bir hesaplaşmaya girişti. İhvan kesin bir yenilgiye uğradı ve Kuveyt ile Britanya İmparatorluğu'nun yabancı yöneticilerinin desteğini aradı. Ocak 1930'da İhvan'ın ana gövdesi Suudi-Kuveyt sınırı yakınlarında İngilizlere teslim oldu. Vahhabi hareketi, Arap Yarımadası'nın yerleşik halkları tarafından ticaret yolları, vergiler ve cahiliye gelenekleri üzerindeki göçebe egemenliğine karşı yürütülen bir çaba olarak algılanmıştır. Muhammed ibn Abd al-Wahhab göçebe kabileleri eleştirmiş, Vahhabi tarihçiler ise Suudi yöneticileri bedevileri ehlileştirdikleri için övmüşlerdir.

Suudi Arabistan'ın Kuruluşu

1932'deki birleşmeden sonra Suudi Arabistan Krallığı

"Müslüman ana akıma katılmak ve İhvan'la ilişkilendirilen aşırı mezhepçilik ününü silmek" amacıyla 1926'da İbn Suud, Müslüman hükümetlerin ve halk derneklerinin temsilcilerinden oluşan bir Müslüman kongresi topladı. 1932 yılına gelindiğinde Abdülaziz ve orduları tüm isyanları etkili bir şekilde bastırmayı ve Yarımada'nın Hicaz, Nejd ve Asir gibi çoğu bölgesinde tartışmasız bir otorite kurmayı başardı. Abdülaziz ibn Suud, Meclis-i Şura (danışma konseyi) üyeleriyle özel bir toplantı yaptıktan sonra 18 Eylül 1932'de "Arap krallığının parçalarının birleştirilmesi" kararnamesini yayınladı; bu kararname Üçüncü Suudi Devleti'nin dördüncü ve şimdiki yinelemesi olan Suudi Arabistan Krallığı'nın kurulduğunu ilan ediyordu. 1953'teki ölümünün ardından İbn Suud, ülke genelinde çeşitli modernizasyon reformları ve teknolojik yenilikler gerçekleştirerek 19. yüzyıl Vahhabi coşkusunu yumuşatmıştır. Yirminci yüzyılın siyasi gerçeklerini kabul ederek, yumuşayan Vahhabi ilim kurumu dış dünyaya açıldı ve daha geniş Müslüman topluluklar arasında dini kabul gördü.

İslamcılarla İttifak

Kral Faysal, pan-İslamcı lider, eski Kudüs Başmüftüsü Hacı Emin el-Hüseyni ile

O dönemde bölge siyasetindeki en önemli akım, Cemal Abdül Nasır ile birlikte Arap dünyasını kasıp kavuran seküler milliyetçilikti. Bununla mücadele etmek için Vahhabi misyonerliği Suudi dış politika girişimleriyle yakın işbirliği içinde çalıştı. Mayıs 1962'de Mekke'de Suudiler tarafından düzenlenen bir konferansta laiklik ve sosyalizmle mücadele yolları tartışıldı. Bunun ardından Dünya Müslüman Birliği kuruldu. Birlik, İslam'ı yaymak ve "düşmanca akımları ve dogmaları püskürtmek" için dünya çapında şubeler açtı. Vahabiler ve önde gelen Selefiler arasında daha yakın bir ilişki geliştirdi ve İslami uyanışçı Müslüman Kardeşler, Ehl-i Hadis ve Cemaat-i İslami ile ortak hareket ederek Sufizm ve "yenilikçi" popüler dini uygulamalarla mücadele etti ve Batı'yı ve Batı'nın "Müslüman dindarlığı ve değerleri için çok zararlı olan yollarını" reddetti.

Cemiyetin okulları finanse ettiği, dini literatür dağıttığı ve Suudi dini üniversitelerine katılmaları için burs verdiği Batı Afrika'ya misyonerler gönderildi. Bunun sonuçlarından biri Nijerya, Çad, Nijer ve Kamerun'da Sufizmle mücadele eden İzala Cemiyeti oldu. Güney Asya'da, Cemaat-i İslami'nin lideri Müslüman alim Syed Abul A'la Maududi (1903-1979) Vahhabi alimlerin en belirleyici İslamcı müttefiki oldu. Mevdudi'nin ideolojisi Vahhabi inançlarının pek çok temel yönünü paylaşıyordu ve JI'ın militan İslamcı savunusu ve tabanının dindar yaşam tarzı Pakistan halkı tarafından Vahhabizm ile ilişkilendirilmelerine neden oldu. Suudi alimlerin desteği ve Müslüman Kardeşler ve Arap dünyasındaki diğer İslami uyanışçı gruplarla ilişkileri sayesinde Mevdudi, Pakistan'ın en tanınmış İslam alimlerinden biri olarak ortaya çıktı. Mevdudi, 1979'da vefat ettiğinde Kral Faysal Ödülü'nün ilk sahibi olmuş ve yirminci yüzyılda İslam'ın müceddidi (canlandırıcısı) olarak saygı görmüştür.

Çeşitli İslamcı grupların desteğiyle Suudiler güçlerini pekiştirmeyi ve Müslüman dünyasında muhafazakâr dini desteği güçlendirmeyi başardılar. Yönetimlerini sağlamlaştıran Suudi yetkililer, İslam tarihi ile ilişkili çok sayıda türbe ve yapıyı yıktı. Bu dönemde Suudi hükümeti, Cemal Abdülnasır'ın zulmünden kaçan Müslüman Kardeşler ideologlarına sığınma hakkı tanıdı. Devrimci fikirlerini Suudi Arabistan'da başarılı bir şekilde yaygınlaştırmayı başardılar. Nasır'ın Müslüman Kardeşler'e yönelik baskısının ardından Mısır'dan (ve ayrıca Irak ve Suriye'deki benzer milliyetçi baskılardan) gelen binlerce dindar, İslamcı Arap Müslüman Kardeşler mültecisi şeklindeki "ulusötesi canlanma hareketinin sızması", Krallığın yeni okul sistemine ve eğitim müfredatına (çoğunlukla okuma yazma bilmeyen) personel sağlanmasına yardımcı oldu. İhvan'ın devrimci İslamcı ideolojisi, krala sadık bir itaati vaaz eden daha muhafazakar Vahabilik'ten farklıydı. İhvan, bir yazarın (Robert Lacey) sosyal adalet ve sömürgecilik karşıtlığı gibi "değişimi teşvik eden kavramlar" olarak adlandırdığı şeylerle ilgileniyor ve Suudi öğrencilerin "çocukluklarında özümsedikleri" Vahhabi değerlerine "radikal ama yine de görünüşte güvenli, dini bir bükülme" veriyordu. İhvan'ın "uygulamalı, radikal İslam "ı ile cihat sadece tarihin bir parçası değil, "bugünün pratik bir olasılığı" haline geldi.

Suudi din adamları ve hükümeti, İhvan'a din değiştirme girişiminde bulunmamalarını ya da Krallık içindeki dini doktrinel meselelere karışmamalarını emretti, ancak yine de kitaplar yayınlayarak ve prensler tarafından düzenlenen tartışma çevrelerine ve salonlara katılarak "Suudi Arabistan'ın entelektüel hayatını kontrol altına aldılar". Zamanla önemli devlet bakanlıklarında lider roller üstlendiler ve eğitim müfredatı üzerinde etkili oldular. Medine'de 1961 yılında kurulan ve çoğunlukla Suudi olmayan Vahhabilik yanlılarını eğiten bir İslam üniversitesi, Mısır'dan gelen Müslüman Kardeşler mültecileri için bir "sığınak" haline geldi. Kardeşler'in fikirleri zamanla tüm krallığa yayıldı ve Vehhabilik üzerinde büyük bir etki yarattı - ancak gözlemciler bunun Vehhabiliği "zayıflatmak" mı yoksa onunla "harmanlamak" mı olduğu konusunda farklı görüşlere sahipler.

Büyüme

1950'ler ve 1960'larda Suudi Arabistan'da Vahhabi ulema şeriat mahkemelerindeki hakimiyetini sürdürmüş, İslami üniversitelerin ve öğrencilere "ağır dozda dini eğitim" veren bir devlet okulu sisteminin kurulmasına başkanlık etmiştir. Suudi Arabistan dışında Vahhabi ulema Müslüman dünyanın geri kalanına karşı "daha az mücadeleci" hale geldi. Vahhabi doktrini, Batı'nın meydan okumasıyla yüzleşirken birçok Müslüman için bir "platform" olarak "iyi hizmet etti" ve "yarımadanın ötesinde din değiştirenler kazandı".

Bu başarı için bir dizi neden gösterilmiştir: hem Arap milliyetçiliğinin (Vehhabiler bir ideoloji olarak her türlü milliyetçiliğe karşı çıksalar da, Suudiler Arap'tı ve düşmanları olan Osmanlı hilafeti etnik olarak Türk'tü) hem de İslami reformun (özellikle Selef olarak bilinen ilk üç nesil Müslümanların örneğini takip ederek reform) popülaritesinin ve gücünün artması; en etkili eleştirmenlerini destekleyen Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması; 1925'te Hicaz'daki bir başka rakip olan Hilafet'in yıkılması. Suudi Arabistan'ın petrol ihracatından kazandığı paranın önemi de az değildi.

Petrol ihracatı dönemi

Dammam No. 7, Suudi Arabistan'da 4 Mart 1938'de petrol çıkarılan ilk ticari petrol kuyusu

Suudi Arabistan'dan petrol pompalanması ve ihracatı İkinci Dünya Savaşı sırasında başladı ve elde edilen gelir 1950'li ve 60'lı yıllarda dini faaliyetlerin finanse edilmesine yardımcı oldu. Ancak 1973 petrol krizi ve petrol fiyatının dört katına çıkması, hem krallığın servetini astronomik bir şekilde arttırdı hem de OPEC'in lideri olarak uluslararası gücünü göstererek prestijini arttırdı. Suudi petrol ihracatından (ve diğer faktörlerden) gelen fonların yardımıyla hareket 1970'lerden itibaren "patlayıcı bir büyüme" yaşadı ve şimdi dünya çapında bir etkiye sahip. ABD Dışişleri Bakanlığı, yaklaşık 1976'dan 2016'ya kadar Riyad'daki devlet ve özel kuruluşların, yerel İslami uygulamaların Vahhabilik tarafından erozyona uğratılması için seçilmiş hayırsever vakıflara en az 10 milyar dolar (6 milyar sterlin) yönlendirdiğini tahmin etmektedir. 1980 yılına gelindiğinde Suudi Arabistan, ambargo öncesinde bir yılda elde ettiği petrol gelirini her üç günde bir elde ediyordu. Bu paranın on milyarlarca ABD doları kitaplara, medyaya, okullara, öğrencilere (ilkokuldan yüksek lisansa kadar) burslara, gazetecileri, akademisyenleri ve İslam alimlerini ödüllendirmek için burslara ve sübvansiyonlara, yüzlerce İslami merkez ve üniversite ile binden fazla okul ve binden fazla caminin inşasına harcandı. Bu süre zarfında Vehhabilik, Gilles Kepel'in deyimiyle "İslam'ın küresel ifadesinde üstün bir güç konumuna" ulaştı.

İran'da İslam Devrimi

1979'daki İran devrimi sırasında kitlesel gösteriler

Şubat 1979'da İran'da gerçekleşen İslam Devrimi Suudi Vahhabiliğine birçok açıdan meydan okumuştur. Bu devrim Sünnilerin değil Şii Müslümanların devrimiydi ve Vehhabilik Şiilerin gerçek anlamda Müslüman olmadığına inanıyordu. Bununla birlikte, İran'daki büyük popülaritesi ve Amerikan yanlısı laik bir monarşiyi devirmesi, sadece dünyanın dört bir yanındaki Şii Müslümanlar arasında değil, dindar Sünniler arasında da muazzam bir coşku yarattı. İran'ın Dini Lideri Ayetullah Ruhullah Humeyni, monarşinin İslam'a karşı olduğunu ve Amerika'nın İslam'ın düşmanı olduğunu vaaz etti ve Suud ailesinin devrilmesi çağrısında bulundu. (Humeyni 1987'de halka hitaben yaptığı konuşmada "bu aşağılık ve dinsiz Vahabiler, Müslümanların kalbini her zaman arkadan delen hançerler gibidir" dedi ve Mekke'nin "bir grup kafirin" elinde olduğunu ilan etti). Tüm bunlar Amerika'nın müttefiki olan Suudi Arabistan'ı "İran'a karşı koyma ve Vehhabiliği dünyaya yayma çabalarını iki katına çıkarmaya" teşvik etti ve Suudi liderlerin Vehhabilikten uzaklaşma ya da ideolojisini "yumuşatma" yönündeki hamlelerini tersine çevirdi.

1979'da Mekke Kuşatması

Marwa-Safa galerisine yapılan saldırı sırasında Ulu Cami'den yükselen dumanlar, 1979

1979'da 400-500 İslamcı isyancı, kaçak silah ve malzeme kullanarak Mekke'deki Ulu Cami'yi ele geçirdi, monarşinin devrilmesi çağrısında bulundu, Vahhabi ulemayı kraliyet kuklaları olarak suçladı ve "ahir zaman" Mehdi'sinin gelişini ilan etti. İsyancılar Vahhabi doktrininden önemli ayrıntılarda saptılar ama aynı zamanda önde gelen Vahhabi ulemasıyla da ilişkiliydiler (Abdülaziz ibn Baz isyancıların lideri Cüheyman el-Otaybi'yi tanıyordu). İslam'ın en kutsal mekanının ele geçirilmesi, yüzlerce hacının rehin alınması ve caminin iki hafta süren geri alınması sırasında çapraz ateşe tutulan yüzlerce militanın, güvenlik güçlerinin ve rehinelerin ölümü İslam dünyasını şoke etti ve caminin "koruyucuları" olarak Al Suud'un prestijini arttırmadı.

Olay aynı zamanda Vahhabi müesses nizamın prestijine de zarar verdi. Suudi liderliği isyancıların askeri olarak ortadan kaldırılmasını ve ardından idam edilmelerini onaylamak için Vahhabi fetvası aradı ve aldı, ancak Vahhabi din adamları da isyancılarla bağlantılı oldukları şüphesiyle zan altında kaldı. Bunun bir sonucu olarak, Brethren'in fikirlerinden etkilenen Sahva din adamları daha serbest bırakıldı. Onların ideolojisinin İran Devrimi'nin son İslami devrimciliği/üçüncü dünyacılığı ile rekabet edebileceği de düşünülüyordu.

İsyancılar dini püritanizmle motive olmuş olsalar da, bu olayı diğer dini püritanistlere yönelik bir baskı takip etmedi, ancak ulema ve dini muhafazakarlara İslami kodları daha sıkı bir şekilde uygulamak için daha fazla güç vererek - medyada kadın görüntülerinin yasaklanmasından okullarda İslami ders saatlerinin daha da artırılmasına ve muhafazakar davranış kurallarını uygulamak için dini polise daha fazla güç ve para verilmesine kadar - sayısız yolla İslami kodları daha sıkı bir şekilde uyguladılar.

Afganistan'da Cihat

Sovyetlerin Afganistan'ı işgal haritası, Aralık 1979

Vahabiler ve Müslüman uyanışçı gruplar arasındaki "işbirliğinin zirvesi" Afgan cihadıydı. Aralık 1979'da Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgal etti. Kısa bir süre sonra, Suudi dini kurumlarıyla bağlantılı bir Müslüman Kardeşler din adamı olan Abdullah Yusuf Azzam, Afganistan'da ateist Sovyetler Birliği'ne karşı savunma amaçlı cihadın tüm Müslümanlar için kişisel (ya da bireysel) bir yükümlülük, "farz ayn" olduğunu ilan eden bir fetva yayınladı. Bu ferman Suudi Arabistan'ın Baş Müftüsü (en yüksek din alimi) Abdülaziz ibn Baz ve diğerleri tarafından desteklendi. Bu dönemde Suudi hükümeti, Selefi ve çeşitli Deobandi örgütleri de dahil olmak üzere militan İslami grupları finanse etmiştir.

1982 ve 1992 yılları arasında tahminen 35.000 Müslüman gönüllü Sovyetler ve Afgan rejimine karşı savaşmak üzere Afganistan'a gitti. Binlercesi de eski ve gelecekteki savaşçılarla dolu sınır okullarına katıldı. Bu gönüllülerin 12.000 ila 25.000 kadarı Suudi Arabistan'dan gelmiştir. Suudi Arabistan ve diğer muhafazakar Körfez monarşileri de cihada önemli ölçüde mali destek sağladılar - 1982'ye kadar yılda 600 milyon dolar. 1989 yılına gelindiğinde Sovyet birlikleri geri çekilmiş ve birkaç yıl içinde Kabil'deki Sovyet yanlısı rejim çökmüştü.

Bu Suudi/Vahhabi dini zaferi Müslüman dünyasında daha da öne çıktı çünkü Müslümanların çoğunlukta olduğu pek çok devlet (ve FKÖ) Sovyetler Birliği ile müttefikti ve Afgan cihadını desteklemedi. Ancak Suudi Arabistan'a ve başka yerlere dönen pek çok cihat gönüllüsü (en ünlüsü Usame bin Ladin), "Suudi sponsorlarından çok daha aşırı" olan İslamcı militanlar tarafından radikalleştirildi.

Vahhabiliğin "Erozyonu"

1990 Körfez Savaşı

Ağustos 1990'da Irak Kuveyt'i işgal ve ilhak etti. Saddam Hüseyin'in güneye doğru ilerleyerek kendi petrol sahalarını ele geçirmesinden endişe eden Suudiler, ABD'den askeri destek talep etti ve Irak'la savaşmak üzere on binlerce ABD askerinin Krallık'ta üslenmesine izin verdi. Ancak "Müslüman bir güce karşı kafirlerden yardım istemek anlamına gelen" bu durumu Vahhabi doktrini açısından haklı çıkarmak zordu.

Suudi yetkililer yine önde gelen Vahhabi ulemasından eylemlerini destekleyen bir fetva istedi ve aldı. Fetva, ABD'nin varlığına şiddetle karşı çıkan birçok muhafazakâr Müslümanı ve ulemayı ikna edemedi; buna krallıkta siyasi değişim için bastırmaya başlayan Müslüman Kardeşler destekli Sahva ("Uyanış") hareketi de dâhildi. Krallığın dışında, uzun süredir Suudilerden yardım alan ve Vahabilerle bağları olan İslamcı uyanış grupları (Arap cihatçılar, Pakistanlı ve Afgan İslamcılar) Suudileri değil Irak'ı destekliyordu. Bu dönemde ve sonrasında, Vahhabi/Selefi hareketindeki pek çok kişi (Usame bin Ladin gibi) Suudi hükümdarını artık İslam'ın emiri olarak görmemekle kalmayıp, onun devrilmesini destekleyerek ABD'ye ve (inandıkları) diğer İslam düşmanlarına karşı cihada odaklandılar. (Bu hareket bazen neo-Vahhabi ya da neo-selefi olarak adlandırılmaktadır).

11 Eylül'den sonra

Suudi Arabistan'ın sözde müttefikine saldırmak (yaklaşık üç bin kişinin ölümüne ve en az 10 milyar dolarlık mal ve altyapı hasarına neden olmak), El Kaide lideri Usame bin Ladin ve hava korsanlarının çoğunun Suudi vatandaşı olması nedeniyle, en azından krallık dışındaki birçok kişi tarafından "Vahabiliğin bir ifadesi" olarak kabul edildi. Eskiden misafirperver olan ABD'de krallığa karşı oluşan tepki, bazılarının "terörizm ve nefret doktrini" olarak gördüğü resmi dinine odaklandı.

Krallık içinde Veliaht Prens Abdullah, saldırıların ardından televizyonda yayınlanan bir dizi toplantıda ülkenin dini, aşiret, iş dünyası ve medya liderlerine seslenerek yanlış giden şeyleri düzeltmek için bir strateji çağrısında bulundu. Robert Lacey'e göre, bu toplantılar ve daha sonra üst düzey bir din adamı olan Abdullah Turki ile iki üst düzey Al Suud prensi olan Prens Turki Al-Faisal ve Prens Talal bin Abdül Aziz'in makaleleri ve cevapları, krallıkta nihai gücün kimde olduğunu belirlemek için bir vesile oldu: ulema değil, Al Suud hanedanı. Müslüman yöneticilerin iktidarı kullanması, din alimlerinin ise tavsiyelerde bulunması gerektiğini ilan ettiler.

2003-2004 yıllarında Suudi Arabistan'da El Kaide bağlantılı intihar saldırıları, gayrimüslim yabancılara yönelik saldırılar (Suudi özel sektöründe çalışanların yaklaşık %80'i yabancı işçilerden oluşuyor ve ülke nüfusunun yaklaşık %30'unu oluşturuyor) ve Suudi güvenlik güçleri ile militanlar arasında silahlı çatışmalar yaşandı. Saldırılara verilen tepkilerden biri Vahhabi müesses nizamın din ve toplum üzerindeki hakimiyetinin kırpılması oldu. "Şiileri, Sufileri, liberal reformcuları ve profesyonel kadınları" içeren "Ulusal Diyaloglar" düzenlendi. 2008 yılında dönemin prensi Selman ibn Abdülaziz şu iddiada bulundu:

"Vahhabilik diye bir şey yoktur. Bu terimi kullanarak bize saldırıyorlar. Biz dört mezhebe saygı duyan Sünni Müslümanlarız. İslam'ın Peygamberini (Muhammed, selam üzerine olsun) takip ediyoruz, başkasını değil.... İmam Muhammed bin Abdülvahab önde gelen bir fakih ve ilim adamıydı ama yeni bir şey getirmedi. İlk Suudi devleti yeni bir düşünce ekolü kurmadı... Suudi Arabistan'da hakim olan İslam düşüncesi aşırıcılığa karşıdır.... Vahhabiler olarak tanımlanmaktan bıktık. Bu yanlış ve kabul edilemez."

2009 yılında Kral Abdullah, bazılarının "ulemayı karşısına alma ve ruhban sınıfını reforme etme" çabası olarak adlandırdığı çabanın bir parçası olarak, Suudi Arabistan'da sadece "resmi olarak onaylanmış" din alimlerinin fetva vermesine izin verileceğine dair bir kararname yayınladı. Kral ayrıca Kıdemli Alimler Konseyi'ni (resmi olarak onaylanmış din alimlerini içeren) Hanbeli mezhebi dışındaki Sünni İslam hukuku ekollerinden - Şafii, Hanefi ve Maliki ekollerinden - alimleri de kapsayacak şekilde genişletti. Müslüman Kardeşler ile ilişkiler o zamandan beri giderek kötüleşti. 11 Eylül'den sonra dönemin İçişleri Bakanı Prens Nayif, İhvan'ı krallıktaki aşırıcılıktan sorumlu tuttu ve Mısır'da iktidara gelmesinin ardından İhvan'ı "verilen sözlere ihanet ve nankörlükten" suçlu ve "İslam dünyasındaki tüm sorunların kaynağı" ilan etti. Mart 2014'te Suudi hükümeti İhvan'ı "terör örgütü" olarak tanımladı.

Nisan 2016'da Suudi Arabistan, İslam hukukunu topluma uygulayan ve Fazileti Teşvik ve Ahlaksızlığı Önleme Komisyonu olarak bilinen din polisinin görevlerini yerine getirirken şüpheli kişileri takip etme, kovalama, durdurma, sorgulama, kimlik doğrulama veya tutuklama yetkilerini elinden aldı. Şüpheli davranışları normal polis ve uyuşturucuyla mücadele birimlerine bildirmeleri, onların da konuyu daha ileri götürüp götürmeyeceklerine karar vermeleri istendi.

"Vahhabi Sonrası" Dönem

Muhammed bin Salman (2017-günümüz)

Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman

Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın (MBS) 2017 yılında din politikasında attığı reformist adımlar, bazılarının Vahhabi muhafazakârlığının geleceğini sorgulamasına neden oldu. Ekim 2017'de The Guardian gazetesine verdiği bir röportajda MbS şunları söyledi

Son 30 yılda yaşananlar Suudi Arabistan'a ait değildir. Son 30 yılda bölgede yaşananlar Orta Doğu'da yaşananlar değil. 1979'daki İran devriminden sonra insanlar bu modeli farklı ülkelerde kopyalamak istedi, bunlardan biri de Suudi Arabistan'dı. Bununla nasıl başa çıkacağımızı bilemedik. Ve sorun tüm dünyaya yayıldı. Şimdi bundan kurtulmanın tam zamanı.

MBS, kadınların araba kullanmasına ve spor stadyumlarına girmesine izin verilmesi ve nihayetinde sinemaların yeniden açılması lehinde karar verdi. Kamel Daoud'a göre MBS "her şeyden önce ... din adamları üzerinde baskı kuruyor ve Peygamber Muhammed'in sözlerinin derlemesi olan hadisler de dahil olmak üzere Müslüman ortodoksluğunun büyük kanonlarının gözden geçirilip onaylandığını duyuruyor". 2021 yılına gelindiğinde, yeni sosyal, dini, ekonomik, siyasi değişimler ve İslami olmayan unsurları vurgulayan "Suudi ulusal kimliğini" öne çıkaran yeni bir eğitim politikası ile din adamlarının azalan gücü; bazılarının Suudi Arabistan'ın "Vahhabi sonrası dönemi" olarak tanımladığı döneme yol açmıştır.

"Mısır, Rusya, Suriye, Sudan, Ürdün ve Avrupa'dan 200 Müslüman alimin Suudi Arabistan'ın doktrinini reddettiği" Grozni'deki 2016 uluslararası Sünni İslam konferansı (Birleşik Arap Emirlikleri hükümeti tarafından finanse edilen bir Sufi konferansı), Huffington Post tarafından "Vahhabiliğe cepheden bir saldırı" (ve aynı zamanda Selefilik ve Deobandizm gibi diğer muhafazakar "İslam yorumlarına" bir saldırı) olarak tanımlanmıştır.

Mayıs 2021'de Vizyon 2030'u açıklayan önemli bir röportajda MBS, Muhammed bin Abdülvahhab'ı savundu ve gelecekteki dini reformların sinyalini vererek şunları söyledi:

"Şeyh Muhammed bin Abdülvehhab bugün aramızda olsaydı ve bizi onun metinlerine körü körüne bağlı, onu tanrılaştırıp kutsallaştırırken zihinlerimizi yorum ve içtihatlara kapatmış olarak bulsaydı, buna ilk itiraz eden o olurdu. Sabit düşünce ekolleri yoktur ve yanılmaz bir kişi de yoktur. Kur'an metinlerini sürekli yorumlamalıyız ve aynı şey Peygamberin sünneti için de geçerlidir...."

Aşırılık yanlısı gruplara karşı Suudi politikalarını savunan MBS, aşırılık yanlısı düşüncenin İslam dini ve kültürüne aykırı olduğunu ve aşırılık yanlısı bir kültürde ilerleme kaydedilemeyeceğini belirtti. MBS ılımlılığı "Kur'an, Sünnet ve temel yönetim sistemine" bağlı kalmak ve bunun çeşitli düşünce ekollerine hoşgörüyle yaklaşan geniş bir anlamda uygulanması olarak tanımladı. Veliaht Prens ayrıca Suudi Arabistan Anayasasını da savunarak şunları söyledi:

"... Kur'an, Sünnet ve temel yönetim sistemimiz olan Suudi anayasası sonsuza kadar böyle olmaya devam edecektir. ... Nihayetinde referansımız Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin (sav) sünnetidir. Bizim rolümüz Suudi Arabistan'da kabul edilen tüm yasaların aşağıdakileri yansıttığından emin olmaktır: Birincisi, Kuran ve Sünneti ihlal etmemeleri... Vatandaşların güvenliğini ve çıkarlarını korumaları ve ülkenin kalkınmasına ve refahına yardımcı olmaları."

MBS'nin Suudi Arabistan'ın bir "Vahhabi devleti" olduğunu reddeden, içtihadı teşvik eden ve diğer ekollere hoşgörüyü teşvik eden açıklamaları (bir "Vahhabi ekolünün" olmadığını yeniden teyit ederken) Arap medyasında ve liberal köşe yazarlarında övgüyle karşılandı. Ayrıca Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El Sisi'nin 2018'de bir "dini devrim" yapılması yönündeki çağrılarını da yankıladı. MBS'nin röportajından birkaç gün sonra El-Ezher Büyük İmamı Ahmed el-Tayeb, iki ülke arasında dini reformlar konusunda olası bir koordinasyon önererek "dini yenilenme" çağrısında bulundu:

"Sürekli yenilenme, İslam'ın insanlar arasında adalet ve eşitliği yayan canlı ve dinamik bir din olarak kalmasını sağlar. Fıkıh mirasını kutsallaştırma ve İslam şeriatıyla eşit tutma çağrısı... kendi dönemlerinde yenilikçi olarak kabul edilen eski hükümlere harfi harfine bağlı kalmakta ısrar eden unsurlar nedeniyle durgunluğa yol açmaktadır."

Bay Hempher'in Anıları

Ortadoğu'daki İngiliz Casusu Bay Hempher'in Anıları (başka başlıklar da kullanılmıştır) olarak bilinen, Vehhabiliğin kuruluşuna dair yaygın olarak dolaşımda olan ancak itibar görmeyen uydurma bir anlatı, Vehhabiliğin kuruluşundan Hempher adlı bir İngiliz ajanının sorumlu olduğunu iddia etmektedir. Kitap "The Protocols of the Elders of Zion'un Anglofobik bir varyasyonu" olarak eleştirilmiştir.

Diğer İslami reform hareketleriyle ilişkiler

Ehl-i Hadis

Vahhabi hareketi, 18. yüzyıldaki çeşitli İslami uyanışçı akımların genel akımının bir parçasıydı. Bu hareket, dünya genelindeki diğer birçok İslami reform-diriliş hareketinden etkilenecek ve onları da etkileyecektir. Alt kıtadaki Ehl-i Hadis hareketi Şah Veliyullah Dehlevi, Şevkani ve Seyyid Ahmed Barelvi'nin düşüncelerinden ilham alan Sünni bir uyanış hareketiydi. Taklidi tamamen kınamakta ve kutsal metinlere dayalı içtihadı savunmaktadırlar. 19. yüzyılın ortalarında Bhopal'de kurulan bu ekol, hadis çalışmalarına büyük önem verir ve fıkıh ekollerinin taklit edilmesini kınar. Kendilerini erken dönem Ehl-i Hadis ekolü ile özdeşleştirirler. 19. yüzyılın sonlarında Vehhabi âlimler Ehl-i Hadis ile temas kurmuş ve birçok Vehhabi öğrenci Ehl-i Hadis uleması altında eğitim görmüş ve daha sonra Arap Vehhabi müessesesinde önde gelen âlimler haline gelmiştir.

Hem Vahhabiler hem de Ehl-i Hadis ortak bir inancı paylaşmış, türbeleri ziyaret etmek, ölmüş evliyalardan yardım istemek (istiğase) gibi Sufi uygulamalarına karşı çıkmışlardır. Her iki hareket de "Şeyhü'l-İslam" olarak gördükleri ortaçağ Sünni ilahiyatçısı ve hukukçusu İbn Teymiyye'nin öğretilerini yeniden canlandırmıştır. Bhopal Müslüman Prensliği'nin kaynaklarını elinde bulunduran Muhaddis Nawab Siddiq Hasan Khan, Hindistan'da Ehl-i Hadis davasının güçlü bir savunucusu haline geldi. 19'uncu yüzyıl Arabistan'ının istikrarsızlıklarından muzdarip olan birçok Vahhabi ulema Hindistan'a giderek Ehl-i Hadis'in himayesi altında eğitim gördü. Hamad İbn Atiq gibi önde gelen Suudi âlimler Sıddık Hasan Han ile yazışmalar yapar ve 19. yüzyıl Necdi âlimleri arasında klasik eserlerin azlığı nedeniyle ondan çeşitli klasik eserler göndermesini talep eder. En büyük oğlu Sa'd ibn Atiq'i, Sıddık Hasan Han'ın yanı sıra Seyyid Nazir Hüseyin'in yanında dokuz yıldan fazla bir süre eğitim alması için Hindistan'a gönderir. Sa'd İbn Atik, Üçüncü Suudi Devleti'nde önemli bir ilmi otorite haline gelecektir. İbn Suud tarafından Riyad kadılığına ve Riyad Ulu Camii imamlığına atanarak eğitim sisteminde büyük bir nüfuz sahibi oldu. Öğrencileri arasında Hintli Ehl-i Hadis'ten oldukça etkilenmiş olan Abdülaziz İbn Baz da vardı. Sa'd İbn Atik'in bir başka oğlu ve Aal Ash-Shaykh'dan diğer önde gelen Necdi âlimleri 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarında Hint Ehl-i Hadis ile çalışacaktı.

Riyad Ulu Camii'nin erken dönem bir fotoğrafı. 1922

1931 yılında Hintli bir Ehl-i Hadis alimi olan Şeyh Ahmed ibn Muhammed el Dehlevi, daha sonra Medine İslam Üniversitesi'ne bağlanacak olan Dar-ül Hadis enstitüsünü kurdu. Bu enstitü Hicaz genelinde Hadis çalışmalarını teşvik edecek ve 1960'larda İbn Baz'ın da desteğiyle Albani ve Muhaddis gruplarının önünü açarak çağdaş Selefi Manhaj'ın güçlenmesini sağlayacaktır. Ehl-i Hadis'ten oldukça etkilenen İbn Baz, Hadis ilimlerinin yeniden canlandırılması tutkusunu paylaşmıştır. Üçüncü Suudi devletinin kurulmasından ve petrol patlamasından sonra Suudi Şeyhler, Ehl-i Hadis'i mali ve kitlesel yayınlar yoluyla destekleyerek borçlarını ödeyeceklerdi. Müftü Muhammed ibn İbrahim'in hocaları arasında Ehl-i Hadis âlimlerinin öğrencileri de vardı ve o da Hindistan Ehl-i Hadis davasını desteklemek için çaba sarf etti. Müftü Muhammed'den sonra Suudi Arabistan Başmüftüsü olan İbn Baz da harekete büyük destek verecektir. Şeyh Abdülgaffar Han gibi önde gelen Ehl-i Hadis âlimleri Suudi Üniversitelerinde ders vermek üzere atanır. Onun ünlü öğrencileri arasında Safar al Hawali ve Mukbil bin Hadi al Wadi de vardı. Suudi himayesi ile geniş bir Ehl-i Hadis ağı geliştirildi. Ehl-i Hadis seminerleri 1988'de 134'ten 2000'de 310'a (yüzde 131) olağanüstü bir artış gösterdi ve şu anda sayıları 500 civarında. Pakistanlıların tahminlerine göre 1996'da 18.800 olan Ehl-i Hadis medreselerinde okuyan öğrenci sayısı 2006'da 34.000'e ulaşmıştır (2006'da 200.000 Deobandi ve 190.000 Barelvi öğrenciye karşılık). Ehl-i Hadis, Müslümanları diğer düşünce ekollerinden dönüştürme konusunda kayda değer bir başarı elde etmiştir.

Selefiyye hareketi

19. yüzyılın başlarında Mısırlı Müslüman âlim Abd al Rahman al Jabarti Vahhabi hareketini savunmuştu. 19. yüzyıldan itibaren önde gelen Arap Selefiyye reformcuları Vehhabilerle yazışmalarını sürdürmüş ve onları Sufi saldırılarına karşı savunmuşlardır. Bunlar arasında Şihabüddin Alusi, Abdülhamid Zehravi, Abdülkadir Caberti, Abdülhâkim Afgani, Nu'man Hayreddin Alusi, Mahmud Şükrü Alusi ve öğrencisi Muhammed Behcet el-Athari yer almaktadır, Cemal el Din el Kasımi, Tahir el Cezayiri, Muhibb el Din el Hatib, Muhammed Hamid el Fıkhi ve en önemlisi "Selefilerin lideri" olarak kabul edilen Muhammed Reşid Rida. Tüm bu âlimler Arap ve Hint Ehl-i Hadis âlimleriyle yazışır ve reformist düşünceyi savunurlardı. Çeşitli Sufi uygulamalarına karşı çıkma, körü körüne taklidi kınama ve doğru kelam ve Hadis ilimlerini yeniden canlandırma konusunda ortak bir ilgiyi paylaşıyorlardı. Ayrıca Zahiriyye kütüphanesi, Selefiyye kütüphanesi, Al Manar Kütüphanesi vb. kütüphaneler açarak Selefi düşünceyi yaydılar ve İbn Teymiyye ve İbn Hazm gibi âlimleri teşvik ettiler. Raşid Rida, İslam dünyasında Vehhabileri ıslah etme çabalarında başarılı olacak ve birçok Necdi âlimin dostluğunu kazanacaktır. 1920'lerde Üçüncü Suudi Devleti'nin desteğiyle, 18. yüzyıl İslami reform hareketlerinin ve dindar seleflerin (Selef) düşüncesinin mirası olduğunu iddia eden küresel ölçekte bir "Selefiyye" kavramı ortaya çıktı. Rida'nın öğrencilerinin birçoğu Suudi Arabistan'da çeşitli görevlere atanacak ve bazıları Suudi Arabistan'da kalacaktır. Diğerleri ise Selefi daveti kendi ülkelerine yayacaktı. Bu öğrenciler arasında Suriyeli Muhammed Bahjat al-Bitar (1894-1976), Mısırlı Muhammed Hamid al-Fiqi (1892-1959) ve Faslı Taqi al-Din al-Hilali (1894-1987) öne çıkmaktadır.

El-Manar'ın hevesli bir okuyucusu ve aynı zamanda Muhammed Behcet el-Bitar'ın (Rida ve El-Kasimi'nin öğrencisi) öğrencisi olan Suriyeli-Arnavut İslam alimi El-Albani (yaklaşık 1914-1999) Selefiyye metodolojisine bağlıydı. Onların hadisleri yeniden değerlendirme ve canlandırma çağrılarından cesaret alarak kendini Hadis çalışmalarına verdi ve tanınmış bir Muhaddis oldu. Kadim Ehl-i Hadis ekolünün izinden giderek Ehl-i Hadis'in davetine icabet etti. 1960'larda Suudi Arabistan'da ders vererek orada derin bir etki bıraktı. 1970'lere gelindiğinde Albani'nin düşünceleri popülerlik kazanacak ve "Selefi Manhaj" kavramı pekişecektir.

Uygulamalar

Müslümanları, İslam'ı yozlaştırdığını düşündüğü yabancı etkilerden kurtarmak için çalışan ve İslam'ın hayatın tüm yönleri için reçeteleri olan eksiksiz bir yaşam biçimi olduğuna inanan dini bir uyanış hareketi olarak Vahhabilik, İslami davranış olarak gördüğü şeylerde oldukça katıdır. Muvahhidun hareketi The Economist tarafından "Sünni İslam'ın en katı biçimi" olarak tanımlanmıştır. Öte yandan, dini eleştirmenler Vahhabiliğin katı olmadığını ileri sürerek onu geleneksel Şeriat hukukundan sapan çarpıtılmış bir İslam versiyonu olarak suçlamakta ve uygulamalarının ne tipik ne de İslam'ın köklerine bağlı olduğunu savunmaktadır. Sünniliğin diğer ekollerinden farklı olarak Vahabiler, İslami ilkeleri yalnızca Kuran ve Hadis'e dayandırmayı öğütlemekte ve İslam kültürü içinde türetilen pek çok materyali reddetmektedir.

El-Hasa kasabasındaki bir pazar yerinin fotoğrafı. 1922

Ancak bu, tüm taraftarların neyin gerekli ya da yasak olduğu konusunda hemfikir olduğu ya da kuralların bölgelere göre değişmediği veya zaman içinde değişmediği anlamına gelmemektedir. Suudi Arabistan'da Vahhabi doktrinlerinin katı dini atmosferi 1990'ların sonlarına kadar görülebiliyordu; örneğin kıyafet, kamusal davranışlar ve kamusal ibadetlerdeki uygunluk gibi. "Din polisinin", camilerdeki din adamlarının, okullardaki öğretmenlerin ve Suudi mahkemelerindeki kadıların (yani dini hukuk bilginleri olan yargıçların) geniş hareket özgürlüğü ile varlığı görülebiliyordu.

Doğruyu emretmek ve yanlışı yasaklamak

Vehhabilik, "kendi takipçilerini ve diğer Müslümanları beş vakit namaz gibi İslam'ın dini vecibelerine sıkı sıkıya uymaya zorlama" ve "kamu ahlakını başka hiçbir yerde bulunmayan bir dereceye kadar zorlama" politikasıyla dikkat çekmektedir. Amerikalı gazeteci Lawrence Wright'a göre, Vahhabilerin "İslam'ın arındırılmasına" yaptıkları vurgu nedeniyle, öğreti takipçileri için çok baskıcı bir hal almaktadır.

Diğer Müslümanlar alkolden uzak durmayı, mütevazı giyinmeyi ve namaz kılmayı teşvik edebilirken, Vahabiler için "dakik, ritüel olarak doğru ve cemaatle kılınan namaz sadece teşvik edilmekle kalmaz, aynı zamanda erkeklerden alenen istenir." Sadece şarap değil, "tütün de dahil olmak üzere tüm sarhoş edici içecekler ve diğer uyarıcılar" da yasaktır. Sadece mütevazı kıyafet değil, özellikle kadınlar tarafından giyilmesi gereken kıyafet türü de (gözler ve eller hariç her yeri örten siyah bir ferace) belirtilmiştir.

İbni Abdülvahhab'ın şeriata (İslam hukuku) uyulmasını sağlamak için zor kullanılması gerektiği yönündeki vaaz ve uygulamalarını takiben, Vahhabi savaşçıların yardımıyla kurulan ve alimleri ve dindar vatandaşları Krallık hayatının birçok yönüne hakim olan Suudi Arabistan'da "İyiliği Emretmek ve Kötülüğü Yasaklamak" ("din polisi" olarak adlandırılan) için resmi bir komite yetkilendirildi. Komite "saha görevlileri" namaz vakitlerinde dükkanların sıkı bir şekilde kapatılmasını, cinsiyet ayrımını, alkol satışı ve tüketiminin yasaklanmasını, kadınların motorlu araç kullanmasını ve diğer sosyal kısıtlamaları uygulamaktadır.

Çok sayıda uygulamanın Suudi Vahhabi yetkililer, vaizler veya din polisi tarafından yasaklandığı bildirilmiştir. Vahhabi tarihi boyunca Bid'a (yenilik) veya şirk (çok tanrıcılık) olarak yasaklanan ve bazen "kırbaçla cezalandırılan" uygulamalar arasında müzik yapmak veya dinlemek; dans etmek; falcılık; muska; dini olmayan televizyon programları; sigara içmek; tavla, satranç veya kart oynamak; insan ya da hayvan figürleri çizmek; bir oyunda rol almak ya da roman yazmak; ceza soruşturmalarında ve tıbbi araştırma amacıyla bile olsa kadavraları incelemek; bekletilen telefonlarda kayıtlı müzik çalmak; ya da hastanede yatan arkadaşlara ya da akrabalara çiçek göndermek. Vahabilerin İslam'a aykırı olduğuna inandıkları yaygın Müslüman uygulamaları arasında Muhammed'i öven müzikler dinlemek, türbeleri (Muhammed'in mezarı dahil) ziyaret ederken Tanrı'ya dua etmek, mevlidi (Peygamberin doğum günü) kutlamak, camilerde veya camilerde süsleme kullanmak yer almaktadır ki bunların hepsi İslam dünyasının geri kalanında ortodoksluk olarak kabul edilmektedir. 2018 yılına kadar, Vahhabi egemenliğindeki Suudi Arabistan hariç her ülkede kadınların motorlu araç kullanmasına izin verilmiştir. Rüya yorumculuğunun katı Taliban tarafından uygulanan bazı biçimleri bazen Vahabiler tarafından hoş karşılanmamaktadır.

Vehhabilik ayrıca "Thaqafah Islamiyyah" ya da İslami kültür ve Sünnetin gayrimüslimleri taklit etmeyi yasakladığı gerekçesiyle ne kadar masum görünürse görünsün İslami olmayan kültürel uygulamalardan ve gayrimüslim dostluklarından kaçınmanın önemini vurgulamaktadır. Vahhabi vaizler tarafından bazen cezalandırılan bazen de İslami olmadığı gerekçesiyle kınanan yabancı uygulamalar arasında yabancı günlerin kutlanması (Sevgililer Günü veya Anneler Günü gibi), sakal tıraşı olmak, kesmek veya düzeltmek, çiçek vermek, birinin onuruna ayağa kalkmak, doğum günlerini kutlamak (Peygamber'inki de dahil), köpek beslemek veya sevmek yer almaktadır. Bazı Vahhabi aktivistler gayrimüslimleri arkadaş olarak kabul etmeme, onlara gülümsememe ya da bayramlarında iyi dileklerde bulunmama konusunda uyarıda bulunmuştur.

Vahhabiler neyin günah olarak yasaklandığı konusunda görüş birliği içinde değildir. Bazı Vahhabi vaizler veya aktivistler, günah olduğuna inandıkları şeyleri yasaklarken resmi Suudi Arabistan Kıdemli Âlimler Konseyi'nden daha ileri gitmektedir. Cüheyman el Uteybi, gayrimüslim ve yabancı bir uygulama olması, açıkta bırakan formalar ve maçlarda kullanılan yabancı gayrimüslim dili gibi çeşitli nedenlerle futbolu haram ilan etmiştir. Bunun üzerine Suudi Başmüftüsü bu tür fetvaları azarladı ve dini polisi bu fetvanın yazarını kovuşturmaya çağırdı.

Üst düzey Suudi alimlere göre İslam, iki cinsiyetin farklı fizyolojik yapıları ve biyolojik işlevleri nedeniyle her birine aile içinde farklı bir rol biçildiği gerekçesiyle, kadının kocasının izni olmadan -ki bu izin her an geri alınabilir- ev dışında seyahat etmesini ya da çalışmasını yasaklamaktadır. Evlilik dışı cinsel ilişki kırbaçla cezalandırılabilir, ancak 1962'de İslami kölelik uygulaması yasaklanana kadar bir kadın köle ile evlilik dışı cinsel ilişkiye izin veriliyordu (Prens Bandar bin Sultan, uzun yıllar Suudi savunma bakanı olan babası Prens Sultan bin Abdülaziz ile "kölesi siyah bir hizmetçi kadın" arasındaki "kısa bir karşılaşmanın" ürünüydü).

Bu katılığa rağmen, bu yıllar boyunca krallıktaki üst düzey Suudi alimler haram (yasak) olan şeylere hükmederken istisnalar yaptılar. Kralın 1990'da Saddam Hüseyin'le yüzleşmek için ihtiyaç duyması dışında, Arabistan'da gayrimüslim yabancı askerlerin bulunması yasaktır; kadın ve erkeklerin bir arada bulunması yasaktır ve gayrimüslimlerle dostluk kurulması engellenmiştir, ancak Kral Abdullah Bilim ve Teknoloji Üniversitesi'nde (KAUST) bu yasak değildir. Suudi Arabistan'ın doğusunda bulunan ve hükümetin neredeyse tüm gelirini sağlayan ARAMCO şirketinin işçilerinin yaşadığı yer hariç olmak üzere, sinema salonları ve kadınların araba kullanması yasaktır. KAUST'ta yapılan istisnalar ARAMCO'da da yürürlükteydi.

Daha genel müsamaha kuralları zaman içinde değişti. Abdülaziz İbn Suud, 20. yüzyılın başlarındaki fetihleri devletini kentsel alanlara, özellikle de Hicaz'a doğru genişlettikçe Vahhabi doktrin ve uygulamalarını "giderek daha yumuşak bir biçimde" dayattı. Suudi Arabistan'daki Vahhabi dini otoriteler şiddetli tartışmaların ardından kağıt para kullanımına (1951'de), köleliğin kaldırılmasına (1962'de), kadınların eğitimine (1964'te) ve televizyon kullanımına (1965'te) izin verdi. Bir zamanlar sesi yargısız infaza yol açabilecek olan müzik artık Suudi radyolarında yaygın olarak duyulmaktadır. Bir zamanlar yasak olan cami minareleri ve cenaze levhalarının kullanımına artık izin verilmektedir. Bir zamanlar kırbaçla cezalandırılan namaza devam etme zorunluluğu artık yok.

Görünüş

Suudi Arabistan'da (Orta Doğu'daki diğer Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında) kadın ve erkeklerin kıyafetlerinin tek tip olması Arthur G. Sharp tarafından "Vehhabiliğin Suudi toplumu üzerindeki dış etkisinin çarpıcı bir örneği" ve "dış görünüş ve ifadelerin kişinin iç durumuyla doğrudan bağlantılı olduğu" şeklindeki Vehhabi inancının bir örneği olarak adlandırılmıştır.

Özellikle dindar bir Vahhabi erkeğinin "rozeti" ayak bileğini örtmeyecek kadar kısa bir cübbe, kesilmemiş bir sakal ve başörtüsünü yerinde tutmak için kordon (Agal) olmamasıdır. Vahhabi İhvan dini milislerinin savaşçıları ağal yerine beyaz bir sarık takarlardı.

Vahhabiyye misyonu

Vahhabi misyonu ya da Da'wah Wahhabiyya, Vahhabizmi tüm dünyaya yayma fikridir. Suudi hükümeti ve hayır kurumları tarafından Vahhabi etkilerini yaymak için dünya çapında camilere, okullara, eğitim materyallerine, burslara on milyarlarca dolar harcanmıştır. On binlerce gönüllü ve birkaç milyar dolar da Afganistan'ı yöneten ateist komünist rejime karşı cihadı desteklemeye gitti.

Yaygınlık

Vehhabi hareketi Suudi Arabistan'ın genelinde hakim olmakla birlikte Necd bölgesinde kurulmuştur ve muhafazakar uygulamaları krallığın doğusunda ya da batısında yer alan bölgelerden daha güçlü bir desteğe sahiptir. Cyril Glasse, Necd bölgesi dışındaki bazı Vahhabi doktrin ve uygulamalarının yumuşamasını "daha kozmopolit gelenekleri ve yeni yöneticilerin yabancılaştırmayı göze alamayacağı hacı trafiğiyle" Hicaz bölgesinin fethine bağlamaktadır. Suudi Arabistan'ın yanı sıra, yerli nüfusu ağırlıklı olarak Vahhabi olan diğer tek ülke, komşu körfez monarşisi Katar'dır.

Katar, Doha'daki İmam Muhammed ibn Abdülvahhab Camii'nden Batı Körfezi Manzarası

Vahhabiliğin "sınırlarını" belirlemek "zor" olarak adlandırılmıştır, ancak çağdaş kullanımda "Vahhabi" ve "Selefi" terimleri bazen birbirinin yerine kullanılmaktadır ve 1960'lardan bu yana birleşen farklı köklere sahip hareketler olarak kabul edilmektedir. Ancak Vehhabilik genel olarak "Selefilik içinde özel bir yönelim" ya da Selefiliğin aşırı muhafazakar, Suudi bir markası olarak kabul edilmektedir. Vehhabiliğe bağlı olanların sayısına ilişkin tahminler farklılık göstermektedir. Bir kaynak (İranolog Mehrdad Izady tarafından) Basra Körfezi bölgesinde beş milyondan az Vahhabi olduğu rakamını vermektedir (28,5 milyon Sünni ve 89 milyon Şii ile karşılaştırıldığında).

Görüşler

Vahhabi hareketinin taraftarları kendilerini Sünni Müslümanlar olarak tanımlamaktadır. Temel Vahhabi doktrini, Allah'ın tekliğini ve birliğini (Tevhid) onaylamak ve şirke (tevhidin ihlali - İbn Abdülvehhab'a göre "affedilemez tek günah") karşı çıkmaktır. Selef-i Salih'in (örnek ilk Müslümanlar) inanç ve uygulamalarına bağlılık çağrısında bulunurlar. Heterodoks doktrinler olarak gördükleri, özellikle de Sufi ve Şii gelenekleri tarafından benimsenen, Peygamberlere ve azizlere hürmetle ilişkili inanç ve uygulamalara şiddetle karşı çıkarlar. İbn Abdülvehhab bu tür uygulamaları Cahiliye döneminin pagan kültleri tarafından tapınılan taklit kültürüyle ilişkilendirmiştir. Hareket, akılcı teolojiyi (kelam) reddederek Kur'an ve hadislerin literal anlamına güvenmeyi vurgulamıştır. Vehhabilik taraftarları, Kur'an'ın özüne, sünnete ve selefin anlayışına sadık kalındığı sürece yeni hukuki hükümler türetilmesine (içtihat) sıcak bakmakta ve bunu bidat olarak görmemektedir.

Muvahhidun (Vahhabi) hareketi, klasik Hanbeli kelamcısı İbn Teymiyye'nin (ö. 1328 H./ 728 M.) doktrinlerinden oldukça etkilenmiştir.

Hareket, Kelam teolojisini reddeden on üçüncü yüzyıl Hanbeli kelamcısı İbn Teymiyye ve İbn Teymiyye'nin ideallerini detaylandıran öğrencisi İbn Kayyim'in eserlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. İbn Teymiyye'nin özellikle ahlak ve ibadete metafizikten daha fazla öncelik vermesi, Vehhâbiler tarafından kolaylıkla kabul görmüştür. Muhammed ibn Abdülvehhab, İbn Teymiyye'nin Al-Aqidah Al-Wasitiyya, Al-Siyasa Al-Shar'iyya, Minhaj al-Sunna gibi eserlerinin ve evliya kültüne ve tasavvufun belirli biçimlerine saldıran çeşitli risalelerinin adanmış bir okuyucusu ve öğrencisiydi. İbn Teymiyye'ye büyük saygı ve hayranlık duyduğunu ifade eden İbn Abdülvehhab şöyle yazmıştır:

"Tefsir ve hadis ilminde İmam Ahmed İbn Hanbel'den sonra İbn Teymiyye'den daha önde olan hiç kimseyi tanımıyorum"


Teoloji

Vahhabilik, teoloji alanında Hanbeli hukuk ekolünün yaygın teolojik pozisyonunu temsil eden Athari (gelenekçi) ekolü ile yakından ilişkilidir. Athari teolojisi, Kur'an ve hadislerin zahir (görünen ya da gerçek) anlamlarına dayanması ve Eş'ari ve Maturidi teolojileri tarafından tercih edilen akide (inanç) konularında rasyonel argümantasyona karşı çıkması ile karakterize edilir. Bununla birlikte, Vehhabiler teolojinin bazı noktalarında diğer Attari hareketlerden ayrılmıştır. Muhammed İbn Abdülvehhab, Allah'ın sıfatları ve isimleri meselesini tevhidin bir parçası olarak görmemiş, daha geniş bir akâid (kelâm) bağlamında ele almıştır. Risaleleri Tevhid-i ulûhiyete (İbadette tevhid) güçlü bir vurgu yaparken, İbn Abdülvehhab, İbn Teymiyye ve Selefi hareketin merkezinde yer alan Allah'ın isim ve sıfatları teolojisine önem vermemiştir. Bu yaklaşımı takip eden ilk Vehhabi âlimler, İlahi Sıfatlar ve diğer itikadi doktrinler gibi Athari teolojisinin detaylarını açıklamamışlardır. Selefiyye hareketinin âlimlerinden etkilenen sonraki Vehhabiler, yirminci yüzyılın ortalarından itibaren Athari teolojik polemiklerini yeniden canlandıracak; bu da Al-Kawthari gibi muhalifleri tarafından onlara karşı antropomorfizm suçlamalarına yol açacaktır. Buna karşın, erken dönem Vehhabilerin itikadi risaleleri çoğunlukla Tevhid'i savunmak ve şirk (çok tanrıcılık) olarak gördükleri çeşitli azizlere saygı uygulamalarını kınamakla sınırlıydı. Ayrıca taklide şiddetle karşı çıkmışlar ve içtihadı savunmuşlardır.

Hammad İbn Atik (ö. 1883/ 1301 H.), Allah'ın isim ve sıfatları meselesiyle ciddi bir şekilde ilgilenen ilk Vehhabi âlimlerden biridir; bu konu, öncelikli odak noktası putperestliği ve nekrolatriyi kınamakla sınırlı olan önceki Vehhabi âlimler tarafından büyük ölçüde ihmal edilmiştir. İbn Atik, Bhopal İslami prensliğindeki Ehl-i Hadis hareketinin etkili bir âlimi olan Sıddık Hasan Han gibi Atarî âlimlerle yazışmalar kurdu. İbn Atik mektuplarında Han'ın Kahire'de basılan Selefi Kur'an tefsiri Neylü'l-Meram'ı övmüştür. Han'dan oğlunu öğrencisi olarak kabul etmesini ve İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'in çeşitli risaleleri üzerine daha fazla tefsir üretip göndermesini rica etti. Han onun bu isteğini kabul etti ve her iki âlimin risaleleri üzerinde detaylı bir çalışmaya girişti. Hammad'ın oğlu Sa'd ibn Atiq, Han'ın ve Hindistan'daki çeşitli gelenekçi ilahiyatçıların yanında çalışacaktı. Böylece çeşitli Vehhabi âlimler, İbn Abdülvehhab'ın mirasını Hint alt kıtası, Irak, Suriye, Mısır, Yemen vb. yerlerde faaliyet gösteren daha geniş gelenekçi âlimlere mal ederek ana akım Sünni İslam'a mal etmek için çaba göstermeye başladılar.

Hanefi alim İbn Ebi'l-İzz'in Tahavi'nin itikadi risalesi El-Akide et-Tahaviyye üzerine yazdığı şerh (açıklama), Muvahhidun hareketinin daha sonraki taraftarları arasında popülerliğini kanıtlamıştır; onlar bu eseri Maturidi etkilerden arınmış gerçek bir temsil ve Attari itikadı için standart bir teolojik referans olarak görmüştür. Aralarında Abdülaziz ibn Baz, Muhammed Nasiruddin el-Albani, Salih el-Fevzan gibi isimlerin de bulunduğu çok sayıda Selefi ve Vehhabi âlim şerh üzerine şerh ve haşiyeler yazmışlardır ve Medine İslam Üniversitesi'nde standart bir metin olarak okutulmaktadır.

Tevhid Üzerine

Fethu'l-Mecid (İlahi Zafer); 'Abd al-Rahman ibn Hassan Aal ash-Shaykh (1780-1868 C.E) tarafından Kitab al-Tawhid (Monoteizm Kitabı) üzerine açıklayıcı bir risale

David Commins, İbn Abdülvehhab'ın öğretisindeki "ana fikri", "onun tevhid tanımına katılmayan Müslümanların ... yanlış yola sapmış Müslümanlar değil, tamamen İslam'ın dışında oldukları" şeklinde tanımlamaktadır. Bu, İbn Abdülvehhab'ın öğretisini, "şehadetin" (yani iman ikrarı; "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir") tek başına kişiyi Müslüman yaptığını ve bu kişinin davranışlarındaki ve diğer zorunlu ritüelleri yerine getirmesindeki eksikliklerin onu "günahkâr" yaptığını, ancak "kâfir olmadığını" savunan Müslümanların öğretisiyle çelişir hale getirdi.

"Muhammed ibn Abd al-Wahhab bu görüşü kabul etmemiştir. Bir kişinin Müslüman ya da kâfir olmasının ölçütünün tek Tanrı'ya olan inancın bir ifadesi olarak doğru ibadet olduğunu savunmuştur... Tanrı'dan başka bir varlığa bağlılığı gösteren herhangi bir eylem ya da ifade, Tanrı'nın gücüne başka bir yaratığı ortak etmektir ve bu da putperestlikle (şirk) eşdeğerdir. Muhammed ibn Abdülvehhab, kutsal kişileri Allah katında şefaatçi haline getiren popüler dini uygulamaları bu tür eylemler kategorisine dahil etmiştir. Kendi kardeşi de dahil olmak üzere muhalifleriyle arasındaki tartışmanın özü buydu."


İbn Abdülvehhab'ın en önemli eseri olan Kitabü't-Tevhid adlı küçük bir kitapta, İslam'da ibadetin beş vakit namaz (salat), kutsal Ramazan ayı orucu (savm), dua (yakarış), istia'dha (korunma veya sığınma talebi), isti'âne (yardım talebi) ve Allah'a istiğâse (fayda talep etme ve yalnızca Allah'a yakarma) gibi geleneksel adanmışlık eylemlerinden oluştuğunu belirtir. Bu amelleri Allah'tan başkasına yöneltmek -örneğin ölülere duâ veya istiğâsede bulunmak gibi- şirktir ve tevhid akidesine aykırıdır. Kitab al-Tawhid'de benimsenen Tevhid doktrinine dayanarak, İbn Abdülvehhab'ın takipçileri kendilerini "Al-Muwahhidun" (Üniteryenler) olarak adlandırmışlardır. İbn Abdülvehhab'ın Arabistan'daki muhalifleriyle savaşma gerekçesinin özü, Muhammed Peygamber'in savaştığı ilk putperestlerin "Allah'ın yaratıcı, yaşatıcı ve her şeyin efendisi olduğunu tasdik ettikleri; sadaka verdikleri, hac yaptıkları ve Allah korkusuyla haramlardan kaçındıkları" şeklindeki inancı olarak özetlenebilir. Onları kanları dökülebilen ve malları yağmalanabilen putperestler yapan şey, diğer varlıklara kurbanlar, adaklar ve dualar yapmalarıydı. İbn Abdülvehhab'a göre, yaşamları başka türlü örnek olsa bile bu tür şeyleri yapan biri Müslüman değil, kâfirdir. Bu tür insanlar "gerçek İslam" çağrısını aldıktan, anladıktan ve sonra reddettikten sonra, kanları ve hazineleri kaybedilir. Tekfir konusundaki duruşunu netleştirmekİbn Abdülvehhab şöyle der:

"Tekfir konusunda ben, ancak Rasulullah'ın dinini bildiği halde onu tahkir eden, insanları ondan men eden ve onunla amel edenlere düşmanlık besleyen kimseleri tekfir ederim. İşte ben onları tekfir ediyorum. Ve ümmetin çoğu -Allah'a hamd olsun- böyle değildir... Bütün ulemanın üzerinde icma ettiği meseleler dışında tekfir etmeyiz."


Vehhabiler ve muhalifleri arasında ibadetin tanımı konusundaki anlaşmazlık ('İbadah
) ve tektanrıcılık (Tevhid) arasındaki tartışmalar David Commins'e göre 1740'tan bu yana hemen hemen aynı kalmıştır: "Vehhabiler ile muhalifleri arasındaki tartışmanın kendine has özelliklerinden biri, görünüşte statik doğasıdır... tartışmadaki ana noktalar [1740'tan beri] aynı kalmıştır." Bir başka kaynağa göre Vehhabi hukukçular, Necd bölgesindeki yerel uygulamaları yeniden güçlendirme eğiliminde olan Kur'an ve Sünnet'i literal olarak yorumlamaları bakımından benzersizdi. Muhammed ibn Abdülvehhab'ın öğretilerinin sadece "ritüel doğruluk ve ahlaki saflığa" geri dönüşten ziyade Arap Yarımadası'nda sosyal yenilenme ihtiyacını ve "toplumun sosyo-dinsel reform planlarını" içerip içermediği tartışmalıdır.

Bu tevhit anlayışının getirdiği önemli sonuçlar vardır. Bunlardan birisi, Peygamber'den şefaat talebinde bulunulamayacağıdır. Şefaat, Allah'a özel bir haktır. Bu nedenle Peygamber'den doğrudan şefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktır. Nitekim Arap paganlar da Allah’ı kabul ettikleri halde, melekleri, putları şefaatçi kabul ettikleri için müşrik olmuşlardır. Şefaat inancı gibi yaygın olan tevessül inancı da şirktir. Tevessül inancı, daha çok mutasavvıflar arasında yaygındır. Bir takım şeyhlerin, velilerin hem hayatlarında, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarına inanılmakta, onların himmetleri dilenmekte ve Allah'tan şefaat dilenmesi için aracı kılınmaktadırlar. Bu da açık bir şirktir. Çünkü Allah'ın yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, işleri düzenleme ve belirlemede ortağı yoktur.

Mistisizm Üzerine

Jeffrey R. Halverson'a göre, Muvahhidun hareketi tasavvufa karşı güçlü bir muhalefetle karakterize olmuştur. Bu özellik tipik olarak klasik kelamcı İbn Teymiyye'nin etkisine atfedilse de Jeffry Halverson, İbn Teymiyye'nin sadece Sufi aşırılıkları olarak gördüğü şeylere karşı çıktığını, kendisi de Kadiriyye tarikatının bir üyesi olduğu için asla tasavvufun kendisine karşı çıkmadığını belirtmektedir. DeLong-Bas, İbn Abdülvehhab'ın Sufizmi ya da Sufileri bir grup olarak kınamadığını, daha ziyade Kuran ve hadislerle tutarsız olduğunu düşündüğü belirli uygulamalara saldırdığını yazmaktadır.

Kendisine dini bir mesele sorulduğunda İbn Abdülvehhab dindar sufileri överek şöyle demiştir:

"Bilinmelidir ki -Allah sizi hidayete erdirsin- Yüce Allah Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve sellem) faydalı ilim olarak bilinen hidayet ve faziletli ameller olan hak din ile göndermiştir.... dine bağlananlar arasında fakihler gibi ilim ve fıkha odaklanan ve bu konuda konuşanlar ve sufiler gibi ibadet ve ahiret arayışına odaklananlar vardır."


Esther Peskes gibi akademisyenler, 19. yüzyılın başlarında Mekke'deki Muvahhidun hareketi ile Sufi Şeyh Ahmed İbn İdris ve takipçileri arasındaki samimi ilişkilere işaret ederek, Sufizm ve Vahhabilik arasında mutlak bir uyumsuzluk olduğu yönündeki görüşlerin yanıltıcı olduğunu belirtmektedir. Erken dönem Vehhabi tarih yazımında İbn Abdülvehhab ile çağdaşı Sufiler arasında doğrudan bir çatışma olduğuna dair herhangi bir kayda rastlanmadığı gibi, İbn Abdülvehhab'ın aktivizminin özellikle Sufiliğe karşı olduğu da belirtilmemiştir. İbn Abdülvehhab'ın reformları tasavvuf gibi sosyo-dini yönelimlere karşı değil, İslam toplumlarında yaygın olan statükoya karşı yönelmiştir. Böylece onun çabaları, Sufileri ve Sufi olmayanları; seçkinleri ve avamı da kapsayacak şekilde İslam toplumlarında genel bir dönüşüme teşebbüs etmiştir. Bu, Arabistan'da yeni bir sosyo-politik modelin ortaya çıkışını müjdeleyen kamusal alanın yaygın bir şekilde desekralizasyonuyla sonuçlandı.

İlk dönem Vehhabilerin tasavvuf konusundaki tutumunu açıklayan İbn Abdülvehhab'ın oğlu Abdullah Aal al-Şeyh (ö. 1829 H./1244 M.S.) şöyle yazmaktadır:

"Babam ve ben tasavvuf ilmini inkâr etmiyoruz ya da eleştirmiyoruz, aksine onu destekliyoruz çünkü o, kalple ve dış görünüşle ilgili olan gizli günahların zahirini ve batınını temizler. Birey dışsal olarak doğru yolda olsa bile, içsel olarak yanlış yolda olabilir. Tasavvuf bunu düzeltmek için gereklidir."


Şiilik Üzerine

İbn Abdülvehhab, Şia'nın bazı inanç ve uygulamalarının tevhit doktrinini ihlal ettiğini düşünmüştür. DeLong-Bas, İbn Abdülvehhab'ın Rafızileri kınarken Şia için aşağılayıcı bir isim kullanmadığını, Şiilik içinde kendilerine Rafızi diyen "aşırı bir mezhebi" kınadığını savunmaktadır. Onları, Kuran'ı ve şeriatı yorumlamada Muhammed'den ziyade mevcut liderlerine daha fazla yetki atfettikleri ve ilk Müslüman toplumunun icmaının geçerliliğini inkar ettikleri için eleştirmiştir. İbn Abdülvehhab, "Risale fi'r-radd ala'r-Rafidah" (Râfızîliğin İnkârı/Reddi Hakkında Risale/Mektup) adlı risalesinde, Râfızîliği reddeden hem teolojik hem de hukuki otuz iki konuyu ele almıştır. Bunu yaparken İbn Abdülvehhab, Şii ilim eserlerini incelemiş bir âlim olarak konuşmuş, Şii dünya görüşü ve teolojisine dair geniş ve sistematik bir bakış açısı ortaya koymuştur. Ayrıca Şia'nın imamların yanılmazlığı doktrininin Allah'a ortak koşma anlamına geldiğine inanıyordu. Bununla birlikte, İbn Abdülvehhab hiçbir noktada "Rafızilere veya Şiilere karşı herhangi bir tür şiddet kullanılmasını önermemiştir". Aksine, takipçilerine kendi hukuki öğretilerini barışçıl bir şekilde açıklığa kavuşturmalarını tavsiye etmiştir. Bu eğitim ve tartışma prosedürünün doğru sözlü ulema, hadis nakilcileri ve salih insanların desteğiyle mantık, retorik, birincil metinlerin incelenmesi ve ilmi tartışmalar kullanılarak yürütülmesi gerektiğini söylemiştir.

İbn Abdülvehhab ve oğlu ve halefi Abdullah, Râfızîler, Zeydîler gibi çeşitli Şii mezheplerini kafir olarak sınıflandırmalarına ve birçok akidelerini eleştirmelerine rağmen, onları Müslüman olarak kabul etmişlerdir. Abdullah'ın oğlu Süleyman (ö. 1818), Şiilerin İslam'ın dışına itilmesinin temellerini atan yeni bir Tekfir doktrini ortaya koyacaktır. Süleyman'ın doktrinleri, Abdüllatif ibn Abdülrahman (1810-1876) gibi daha sonraki Muvahhidun âlimleri tarafından 1871'de El-Hasa'nın Osmanlı tarafından ilhakı sırasında yeniden canlandırıldı. El-Hasa Şiilerin çoğunlukta olduğu bir bölgeydi ve Osmanlı işgaline İngilizler de yardım etmişti. Osmanlı işgali Nejd Emirliği için büyük bir tehlike haline gelmişti. Abdüllatif 1871'den itibaren Osmanlıları, Şiileri ve İngilizleri müşrik olarak kınayan ve Müslümanları onları boykot etmeye çağıran risaleler yazmaya başladı. Hicret kavramını tekfir söylemine entegre eden Abdüllatif, Müslümanların Osmanlıların, Rafızilerin, İngilizlerin vb. topraklarına seyahat etmesini veya buralarda kalmasını da yasakladı. Abdüllatif, kendi dönemindeki Şii mezheplerini putperest olarak görmüş ve onları İslam'ın dışına yerleştirmiştir.

Taklid ve İctihad Üzerine

Vehhabi âlimler, ehliyetli âlimlerin hukuki meselelerde ictihad yapma hakkını savunmuş ve müçtehitlerin içtihadını kınamıştır. Bu duruş onları içtihattan kaçınan ve taklidi zorunlu kılan Osmanlı Sufi ulemasıyla karşı karşıya getirmiştir. XIX. ve XX. yüzyılların Arap Selefiyye reformcuları, İctihad konusunda Vehhâbîleri savunmanın yanı sıra, kınanması gereken bid'atler olarak gördükleri çeşitli tasavvufî uygulamaları ve tarikatları kınamak için Vehhâbîlerle güçlerini birleştirmişlerdir. Vehhabiliği destekleyen Selefiyye uleması arasında Hayreddin el-Alusi, Tahir el-Cezayiri, Muhammed Reşid Rida, Cemaleddin el-Kasimi, Mahmud Şükrü el-Alusi gibi isimler öne çıkmaktadır.

Kitleler arasında yaygın olan körü körüne takip (Taklid) doktrinini kınayan ve onları doğrudan Kutsal Yazılarla meşgul olmaya zorlayan Süleyman ibn Abd-Allah Aal-Shaykh ( 1785-1818 C.E / 1199-1233 A.H) şöyle yazmıştır:

"... Müminin yapması gereken, eğer Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti kendisine ulaşmış ve herhangi bir konuda onları anlamışsa, kiminle ihtilafa düşerse düşsün onlara uygun hareket etmektir. Rabbimiz ve Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bize bunu emretmiştir ve cahil, kör ve katı kalpli kimseler dışında bütün âlimler bu konuda ittifak etmişlerdir. Bu tür insanlar âlim değildir."


Vehhabiler ayrıca içtihadın kapatılması fikrini de bid'at bir ilke olarak reddetmişlerdir. Hanbeli mezhebine bağlılıklarını ifade etmelerine rağmen, onun hükümlerini nihai olarak kabul etmekten kaçınmışlardır. İctihad ve taklid meselesi temel kaygıları arasında yer aldığından, Vehhabiler hukuki sorunları çözmek için bir dizi hukuki prosedür geliştirmiştir. Bunlar, yasamanın birincil kaynakları olarak Kur'an ve Hadis'e atıfta bulunmayı içeriyordu. Çözüme Kutsal Kitap'tan ulaşılamaması durumunda, 'İcma' (fikir birliği) ilkesi kullanıldı. İcma, Ehl-i Sünnet ile sınırlıydı ve Peygamber'in sahabelerinin, Selef-i Salih'in ve âlimlerin icmasından oluşuyordu. Hanbeli yorumların yanlışlığı bu ilkeler doğrultusunda kanıtlanırsa, terk edilmeleri gerekirdi. İctihad yanlısı duruşlarını savunan Vehhabiler, şeriatın (İslam hukuku) temellerini yalnızca Kur'an ve Hadis'in oluşturduğunu ima eden Kur'an ayetlerinden alıntı yapmıştır. İkinci Suudi Devleti'nin önde gelen Vahhabi Kadısı Abd al-Rahman ibn Hasan Aal-Al Shaykh (1196-1285 A.H / 1782-1868 C.E) risalelerinde Taklid uygulamasını bir şirk (çok tanrıcılık) biçimi olarak şiddetle kınamış ve şöyle yazmıştır:

".. Bir mesele hakkında dini bir hüküm isteyen kişi, İmamların ve alimlerin sözlerini ve görüşlerini incelemeli ve yalnızca Allah'ın Hükümlerine ve Peygamberinin (salât ve selâm üzerine olsun) öğretilerine uygun olanı almalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: {Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. (Eğer aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Resûlüne götürün...}. (Nisa Suresi 59) Böylece, Allah'ın yarattıklarından herhangi birinin görüşünü Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetine tercih etmek yasaklanmıştır; çünkü böyle yapmak şirktir; Allah'tan başkasına itaat etmektir."


Vehhabiler ayrıca İslam hukuku teorisinde genellikle "içtihattan dönmeye karşı kural" olarak adlandırılan bir ilkeyi de savunmuşlardır. Bu ilke, bir âlimin fetvasını (hukuki hükmünü) Kur'an ve Hadis'ten açık bir metin kaynağına değil de kişisel içtihadına (kişisel hukuki muhakemesine) dayandırması halinde bozmaya izin vermektedir. Bu da Vahhabi kadıların özerk kalmasını sağlamıştır. Vehhabi hareketinin muhalifleri, içtihadı savundukları ve medreselerin (hukuk okulları) kesinliğini tanımadıkları için onları sert bir şekilde azarlamıştır.

Modernite Üzerine

Arap Yarımadası hiçbir zaman sömürgeci güçler tarafından işgal edilmediğinden, İslam Dünyası'nın geri kalanının aksine, yirminci yüzyılın ortalarına kadar Batı modernitesine doğrudan maruz kalmamıştır. Suudi yönetici sınıfı Krallık genelinde modernleşme hamlesine öncülük ederken; dini kurumların modernitenin şiddetli akışına tepkisi, modern etkileri reddeden alimlerden modern teknolojiyi ve sosyal medyayı hevesle kucaklayan teknoloji meraklısı din adamlarına kadar çeşitlilik göstermiştir. Çeşitli vaizler, dindar yaşam tarzını modern kültürle uyumlu hale getirirken aynı zamanda sosyal medya ağları aracılığıyla dünyanın dört bir yanındaki farklı geçmişlere sahip Müslümanlarla etkileşim kurmaktadır. Ebul Hasan Ali Nadvi, Ebul A'la Mevdudi gibi dünyanın dört bir yanındaki İslami uyanışçıların ilmi rehberliğiyle desteklenen Medine İslam Üniversitesi, 1961 yılında çağdaş zorluklara ve modern ideolojilere karşı pan-İslami bir yanıt geliştirmek amacıyla kurulmuştur. Batı liberalizminin, sosyalizminin ve seküler milliyetçiliğin ideolojik yayılımına entelektüel olarak karşı koymak için İbn Kesir, İbn Kudame, İbn Hazm, İbn Teymiyye, İbn Kayyim gibi klasik alimlerin çok sayıda eseri Suudi yayın merkezleri aracılığıyla ve hac ziyaretleri sırasında kitlesel olarak dağıtıldı.

Öte yandan, bazı etkili Vahhabi din adamları da "güneşin dünyanın etrafında döndüğünü" ilan etmek, "şeytanın atları" olduğu gerekçesiyle kadınların bisiklete binmesini ve "sunucuların kendilerini ekrandan görebilme ihtimaline karşı örtünmeden televizyon seyretmelerini" yasaklamak gibi çeşitli arkaik fetvalar yayınlamakla dikkat çekmiştir. Suudi Arabistan'ın 2022 yılı başlarındaki en kıdemli din adamı olan Saleh Al-Fawzan, bir keresinde "ne yiyeceğini bilmeden yemek için para ödemenin kumara benzediği" gerekçesiyle "yiyebildiğin kadar açık büfeleri" yasaklayan bir fetva yayınladı. Buna rağmen, çağdaş Vahhabi dini çerçevesi, Suudi Arabistan'ın dindar ve aynı zamanda modern zorluklarla başa çıkabilen bir toplum olarak küresel imajını büyük ölçüde korumayı başarmıştır.

Kral Abdülaziz ibn Suud, 20. yüzyılın yeni sorunlarını çözmek için 1953 yılında Muhammed ibn İbrahim Aal Al-Şeyh'i (ö. 1969), Arap Müslümanlarının karşılaştığı yeni sorunlara Vahhabi hukuksal yanıtlar hazırlamakla görevli yasal organ olan Dar al-Ifta'nın başına Baş Müftü olarak atadı. 1971 yılında Dar el-İfta, entelektüel üretimini artırmak için daha fazla sayıda yaşlı alimi içerecek şekilde yeniden organize edildi. Suudi Başmüftüsü tarafından yönetilen Dar el-İfta iki kurumdan oluşmaktadır: i) Kıdemli Ulema Kurulu (BSU) ii) Bilimsel Araştırma ve Hukuki Görüşler Daimi Komitesi (C.R.L.O) Vahhabi alimler, sosyal konularda geleneksel bir duruş sergilerken teknoloji, siyasi ilişkiler vb. konuları kucaklamaya yönelik olumlu bir yaklaşımı savunmuşlardır. Çağdaş fetvalar da görsel medya, tıp alanı, ekonomik ilişkiler vb. konulara açık bir bakış açısı sergilemektedir. Dar el-İfta Arap toplumunda etkili bir kurum haline gelmiş ve moderniteye dengeli bir yaklaşım arayışına girmiş; kendisini dini idealizm ile değişen toplumsal, ekonomik ve maddi talepler arasında konumlandırmıştır. Sonuç olarak, Fandy Mamoun gibi bazı akademisyenler "Suudi Arabistan'da farklı zamanlar ve farklı yerler aynı anda mevcuttur. Suudi Arabistan hem pre-modern hem de post-modern bir toplumdur." Hukuki yaklaşım, modernite ile uyumlu bir hukuk sistemini sürdürmek için Kutsal Kitap'taki emsaller aracılığıyla tüm hukuk ekollerinden (Madhabs) alınmasıyla karakterize edilir.

Taklid doktrinine karşı Vahhabi âlimler, mutlak müçtehitlerin (Müçtehit Mutlak) sürekli olarak ortaya çıktığına inanan ve İctihad kapılarının her zaman açık kaldığı bir 'İcma' (ilmi konsensüs) iddia eden delil-değerlendirme teorisini savunmuşlardır. Bu hukuksal yaklaşım, Vahhabi hukuk organlarının moderniteye verdiği tepkide esneklik sağlamıştır. Bunlar arasında erdemi teşvik etmek için televizyon, internet vb. kitle iletişim araçlarının teşviki de yer almaktadır. İnternet 1997 gibi erken bir tarihte Suudi vatandaşlarının erişimine açılmıştır. Başmüftü Abdülaziz eş-Şeyh, 2000 yılında internet hakkında verdiği fetvada şöyle demektedir

"Bana göre internet aynı anda hem bir nimet hem de bir lanettir. Allah'ın rızasını kazanmak, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak için kullanıldığı sürece bir nimettir. Ancak, Tanrı'yı kızdırdığı zaman kötülüğe dönüşebilir. Liderlerimizi öncelikle okullarda ve toplumda internet çalışmalarını empoze etmeye çağırıyorum."


Finans sektöründe Vahhabi yaklaşımı İslam ekonomisine dayanmaktadır. İslami bankacılık sistemi teşvik edilmiş ve kredi kartı gibi dijital işlemler onaylanmıştır. Aylık hilali görmek için rasathanelerden elde edilen sonuçların kullanılmasına bugün izin verilmekte ve din adamları tarafından tercih edilmektedir. Tıp alanında, kornea nakli, otopsi, organ bağışı gibi yeni prosedürleri yasallaştıran çeşitli fetvalar yayınlanmıştır. Evlilik ve cinsiyetle ilgili konularda, geçimsiz evlilikler için boşanma teşvik edilmektedir. Doğum kontrolü, kürtaj ve aile planlaması konularında yasal organlar muhafazakârdır ve genellikle bunları Müslüman nüfusun artırılmasına yönelik Kur'an emirlerine ve İslami ilkelere aykırı görerek yasaklamaktadır. Bununla birlikte, aile planlaması önlemlerine, yasal zorunluluk ilkelerinin geçerli olduğu belirli senaryolarda izin verilmektedir. Kıdemli Ulema Kurulu (BSU) 1976 tarihli bir fetvasında şöyle demektedir:

"Allah yarattıklarının rızkını garanti ettiği için, yoksulluk korkusu nedeniyle doğum kontrolü ve gebelikten korunma yasaktır. Ancak doğum kontrolü kadına zarar vermekten kaçınmak için yapılıyorsa... ya da eşlerin her ikisi de gebeliği önlemenin ya da ertelemenin kendi yararlarına olduğu konusunda anlaşırlarsa, doğum kontrolüne izin verilir."


İçtihat (fıkıh)

Vahhabi fıkıh yaklaşımı, taklid ekolünün yaygın geleneklerine radikal bir şekilde meydan okumuş ve İbn Teymiyye'nin Selef-i Salih'in değerlerine geri dönüş için yaptığı daha geniş teolojik çağrıya dayanmıştır. Sünni Fıkhı'nın dört ana kaynağı olan Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas'tan İbn Abdülvehhab'ın yazıları Kur'an ve Sünnet'e vurgu yapmıştır. İcmayı sadece "Kur'an ve hadisle desteklenmesi halinde" (ve Muhammed'in zamanından sonraki hukuk uzmanlarının icması yerine Muhammed'in ashabının icmasını tercih ederek), kıyası ise sadece aşırı zorunluluk hallerinde kullanmıştır. Bağımsız akıl yürütme (içtihat) lehine geçmiş hukuki görüşlere (taklid) saygıyı reddetmiş ve yerel geleneklerin kullanılmasına karşı çıkmıştır. Takipçilerini, önceki İslami ilimlerin yorumlarına bağlı kalmadan "Kuran'ın ve Muhammed'in belirli durumları nasıl ele aldığını belirlemek" için İslam'ın "birincil kaynaklarına dönmeye" ve İctihad yapmaya çağırmıştır.

Tarihsel olarak, Hanbelî ve Şafiî ekollerinden pek çok tanınmış isim, klasik dönemden itibaren taklidi reddetmeleriyle dikkat çekmiştir. Bu âlimlerden etkilenen İbn Abdülvehhab, taklidi şiddetle reddetmiş ve içtihat kapısının açık olduğunu savunmuştur. Edward Mortimer'e göre, İbn Abdülvehhab'ın kınadığı şey, hadis veya Kur'an metninden gelen açık çelişkili deliller karşısında geçmişteki yargı görüşünün taklit edilmesiydi. İbn Abdülvehhab ve takipçilerine göre, Allah'ın yalnızca O'na itaat etme ve Nebevi öğretileri takip etme emirleri, Kur'an ve Hadis'e tam bir bağlılık gerektiriyordu. Bu, Muvahhidun'un kendi Hanbeli ekolü de dahil olmak üzere dört hukuk ekolü tarafından sunulan ve iki temel kaynakla çelişen tüm yorumların reddedilmesini gerektiriyordu.

Mezhepler Üzerine

Muhammed ibn Abdülvehhab, mütevazı bir eğitim almamış olsa bile her Müslüman'ın Kur'an ve Sünnet'i yorumlayabileceğini iddia etti. Bölgedeki rakipleri onu kendi kendini yetiştirmiş bir "cahil" olarak suçladılar çünkü "bilgi ancak şeyhler tarafından öğretilerek elde edilebilirdi" ve Kutsal Yazıları kişinin öğretmeni olarak görerek değil. İçtihat meselesi ve taklidin reddi doktrinlerinin ana temaları olmasına rağmen, İbn Abdülvehhab Usul-i Fıkıh (İçtihat İlkeleri) yaklaşımını kapsamlı bir şekilde ortaya koymamıştır. Bunun yerine, İbn Abdülvehhab'dan sonra Usul-i Fıkıh konusunda açık bir Vehhabi pozisyonu ortaya koyacak olan damadı ve öğrencisi Hamad ibn Nasır ibn Muammer'e (ö. 1225 H/1811 M) bırakmıştır. Dahası, İbn Abdülvehhab yazılarında erken dönem Hanbeli hukukçuların görüşlerinden ziyade yalnızca hadislere (Nebevi gelenekler) dayanmıştır. Bu duruş, onun Hanbeli mezhebine resmi bağlılığı konusunda belirsizlik yaratmış ve birçok yerel Hanbeli muhalifinin onu genel olarak klasik Fıkhı baltalamakla suçlamasına yol açmıştır. Bir hukuk ekolüne taklidi reddetmeye ve Hicri dördüncü yüzyıldan sonra gelişen hukuksal üst yapıyı bir kenara bırakmaya dayanan kavramsal doktrinlerine rağmen, Vehhabiler kampanyalarına karşı din adamlarının direncini azaltmak için Hanbeliliğe dayanan Necd'in yerel hukuk geleneğini sürdürdüler.

Suudi Arabistan'daki bir hukuk uzmanına (Frank Vogel) göre, İbn Abdülvehhab'ın kendisi "eşi benzeri görülmemiş görüşler üretmemiştir". "Vehhabilerin diğer Müslümanlarla olan sert farklılıkları Fıkıh kuralları üzerinde değil, 'Akaid' ya da teolojik pozisyonlar üzerindeydi". Dickinson College'da tarih profesörü olan David Commins de diğer Müslümanlarla olan ilk ihtilafların fıkıh üzerine olmadığını ve Vehhabiliğin ayırt edici karakterinin Hanbeli hukuk düşüncesinden kaynaklandığı inancının bir "efsane" olduğunu belirtmektedir. Bazı akademisyenler Vehhabilerin Hanbeli hukuk ekolüne mensup olup olmadıkları konusunda kararsızdır. Encyclopedia of Islam and the Muslim World, Vehhabilerin "kendilerine göre Kuran'ın ve hadislerin lafzına sıkı sıkıya bağlı kalmayan tüm içtihatları reddettiğini" savunmaktadır. Cyril Glasse'ın The New Encyclopedia of Islam adlı eserinde Vehhabilerin "kendilerini herhangi bir ekole ait görmedikleri" ve bunu yaparken İbn Hanbel'in hedeflediği ideale uygun davrandıkları, dolayısıyla onun "ekolünden" oldukları söylenebileceği belirtilmektedir. DeLong-Bas'a göre, İbn Abdülvehhab hiçbir zaman doğrudan Hanbeli bir hukukçu olduğunu iddia etmemiş, takipçilerini Fıkıh'a sorgusuz sualsiz bağlı kalmanın tehlikeleri konusunda uyarmış ve "herhangi bir hukuk ekolünün görüşünü bağlayıcı" olarak görmemiştir. Bir hadisin bulunmadığı durumlarda, bir hukuk ekolünü takip etmek yerine Peygamber'in ashabının örneklerini takip etmeyi teşvik etmiştir. Bununla birlikte, açıkça yasaklanmamış her şeyin caiz olduğuna hükmetme, Kıyas (analojik akıl yürütme) kullanmaktan kaçınma ve Maslaha (kamu yararı) ve 'Adl'i (adalet) dikkate alma şeklindeki Hanbeli metodolojisini takip etmiştir.

İbn Muammer'in Hukuk Teorisi

Seyyid Reşid Rida tarafından 1925-26'da yayınlanan İbn Muammer'in risaleleri ve Hukuki kararlarının derlemesi

İbn Abdülvehhab'ın kendisi belirli bir mezhebe bağlı kalmaya meyilli olmasa da, takipçilerinin çoğu Hanbeli hukuk teorisini devam ettirecekti. Hanbeli hukukçu Hamad ibn Nasır ibn Muammer (1160-1125 H./ 1747-1810 M.S.), Muvahhidun'un ilmi çevrelerinde etkili olan Risale al-Ijtihad wal Taqlid ("İctihad ve Taklid Üzerine İnceleme") gibi eserlerinde kapsamlı bir hukuk teorisi ortaya koymuştur. İbn Muammer, her dönemde ictihad pratiğini sürdürmenin dini bir yükümlülük olduğuna inanmış ve İslam âlimlerini bu sorumluluğu yerine getirmekle görevlendirmiştir. Bu, Kutsal Kitaplardan delil değerlendirmesi ve Usul-i Fıkıh (İçtihat İlkeleri) kullanılarak yapılmalıydı. İbn Muammer, kişinin uzmanlığına ve bilgisine dayanarak, fetva verme görevini yerine getirmek için bir Fukaha (İslam hukukçuları) hiyerarşisi sıraladı. En üstte mutlak müçtehit yer almaktaydı ve kendisi tarafından takip edilen tüm olası senaryolardan baskın olan görüşü bağımsız olarak belirleyerek ve önceki hükümleri tamamlayarak yalnızca mezhebinin ilkelerine (Usul) dayalı hükümler verirdi. Bundan sonra, araştırmanın kapsamını sınırlayan kısmi ictihadın 3 seviyesi geldi: başlangıçta sadece geçmiş görüşler, daha sonra 4 mezhepte bulunan hükümler ve son olarak kişinin kendi mezhebindeki görüşler. İbn Muammer'in hiyerarşisinin en altında, âlimlere danışarak ve geçmiş ilmî çalışmaları analiz ederek Kutsal Kitap kaynaklarıyla doğrudan ilişki kurması gereken müçtehit olmayan din adamları yer alır. Böylece İbn Muammer'in hukuk teorisi, Muvahhidin'in reformist programı ile klasik fıkıh yapıları arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışmıştır. İbn Muammer'in önerdiği sistemi benzersiz kılan şey, "mikrokozmik" ve esnek doğasıydı; bu da âlimlerin içtihat sorumluluklarını yerine getirmek için hiyerarşi içinde farklı kademeleri aynı anda temsil etmelerine izin veriyordu.

Vehhabi hukuk teorisi, Hanbeli ilkelerine dayalı delil değerlendirmesini en önemli özelliklerinden biri olarak öngörmüştür. Muvahhidun âlimleri, kendilerini Hanbeli olarak nitelendirerek Hanbeli ekolünün beş Usulü'l-Fıkh'ına (İçtihat İlkeleri) doğrudan bağlı olduklarını ima etmişlerdir. Fıkhı bazı son dönem âlimlerinin görüşleriyle sınırlayan ve Selef'in görüşlerini görmezden gelen mezhep taassubunu ve yaygın taklid kültürünü kınayan İbn Muammer şöyle yazar

"[Diğer] ulemanın beyanlarını dikkate almaksızın [bir görüş için] [ortaya konan] delili benimsemek.... mutlak müctehidin görevidir. [taklid etmek ve ilim sahiplerine danışmakla yükümlüdür... [Ancak kişinin her zaman tek bir ekolü takip etmesi gerektiği düşüncesi, Şeytan'ın birçok ilim talebesinin üzerine attığı yanlış bir görüştür. . . . [Delillerin incelenmesinin sadece mutlak bir müctehidin yapabileceği zor bir mesele olduğunu düşünürler. . . [Hatta bir imamın mezhebine bağlı olan kişinin, Kur'an ve sünnetten farklı olsa bile o mezhebi kabul etmek zorunda olduğu iddiasına ulaşmışlardır. Bu nedenle, okulun imamı, okulunun üyeleri için Peygamber'in cemaati için olduğu gibidir... Okulların fanatik taraftarlarını birçok konuda imamlarının açık pozisyonlarından farklı ve okullarındaki geç gelenlerin görüşlerini takip ederken bulacaksınız... seleflerin kitapları aralarında neredeyse hiç bulunmaz."


Vehhabi hareketinin ana metodolojisi Hanbeli Ehl-i Hadis'ten türetilmiş olmasına rağmen, âlimler, Hadis ve gelenekler veya Sahabe tarafından onaylanmış Sünnet aracılığıyla doğrulandığını düşündükleri sürece diğer Mezheplerden de hükümler alırlar. (Modern çağdaş Müslüman âlimlere göre Kaul Sahabiyye). Önde gelen Vahhabi alim Muhammed ibn Salih el-Useymîn, Nevevi tarafından yazılan The Meadows of the Righteous kitabının şerhinde Şafii içtihadından hükümler çıkarmış, burada Ebu Hureyre'nin ictihadı (akıl yürütme) Nevevi tarafından abdest hükümleri için alınmıştır.

Sadakat ve ayrılık

Çeşitli kaynaklara göre - akademisyenler, Eski Suudi öğrenciler, Suudi ders kitaplarına erişimi olan Arapça konuşan/okuyan öğretmenler, ve gazeteciler - İbn Abdülvehhab ve halefleri, İslam'ın tek gerçek şeklinin kendilerininki olduğunu vaaz etmiştir. İbn Abdülvehhab, el-velâ ve'l-berâ (kelimenin tam anlamıyla "bağlılık ve ayrılık") olarak bilinen doktrine göre, "Müslümanların gayrimüslimlerle ya da sapkın Müslümanlarla dostluk kurmamasının, onlarla ittifak yapmamasının ya da onları taklit etmemesinin zorunlu olduğunu" ve "Müslümanların gayrimüslimlere ve sapkınlara karşı düşmanlık ve husumetinin görünür ve açık olması gerektiğini" savunmuştur. Bir kaynağa (Hamid Algar) göre Vahabiler bu görüşü Suudi Arabistan dışındaki diğer Müslümanlardan "yıllar boyunca" "gizlice saklamış" olsalar da, 2003 gibi geç bir tarihte bile Suudi ders kitaplarında tüm sayfalar lisans öğrencilerine Vahabilik dışındaki tüm İslam biçimlerinin sapkınlık olduğunu açıklamaya ayrılmıştı.

Suudi Arabistan hükümeti 2003 tarihli bir cevapta, "hükümetlerinin dini veya kültürel aşırılık ihraç ettiği veya aşırılıkçı dini eğitimi desteklediği" iddiaları da dahil olmak üzere "yukarıdaki iddiaları şiddetle reddetmiştir".

Sosyal Reformlar

Muhammed ibn Abdülvehhab, halkının sosyal reformu ile ilgilenmiştir. Metodolojisine uygun olarak İbn Abdülvehhab, anlık üçlü talak uygulamasını kınamış ve bunu (telaffuz sayısına bakılmaksızın) yalnızca tek bir talak olarak saymıştır. Üçlü talakın yasaklanması, 20. ve 21. yüzyıllarda İslam Dünyası'ndaki en önemli reformlardan biri olarak kabul edilmiştir. 18. yüzyılda yaşamış bir reformcu olan Muhammed ibn Abdülvahhab, Kur'an ve hadis öğretileri doğrultusunda nitelikli âlimlerin içtihadını savunmuştur. Onun düşünceleri, 18. yüzyıl İslami reform hareketlerinde görülen başlıca eğilimleri yansıtıyordu. Çok sayıda önemli sosyo-ekonomik reform İmam tarafından yaşamı boyunca savunulacaktır. Ölümünden sonra takipçileri onun mirasını devam ettirdiler. İbn Muammer (H.1160-1225/ M.1747-1810) gibi önemli hukukçular, Avrupa'nın bilimsel ve siyasi elitleri arasında çiçek aşısına karşı muhalefetin yaygın olduğu bir dönemde, çiçek aşısına izin verilmesi gibi çağdaş konularda çığır açan fetvalar (hukuki kararlar) yayınlayacaklardı. Ancak, 1818 Vehhabi Savaşları'nda Diriye Emirliği'nin yıkılması, ardından Selefilere ve diğer İslami reformculara yapılan zulümler gibi gelecekte yaşanacak olaylar, Vehhabi fakihler tarafından uygulanan sosyal reformların durmasına neden olacak ve dış dünyaya yönelik şüpheleri 19. yüzyıl boyunca devam edecektir.

XIX. yüzyılın sonlarından itibaren İslam dünyasında yükselen Selefiyye reform akımlarının yeniden canlanmasıyla birlikte Necd Vahhabileri de bir yenilenme sürecine girmiştir. Üçüncü Suudi Devleti'nin kurulmasından ve Suudi Arabistan'ın birleşmesinden sonra, küresel bir Selefiyye hareketi bir devlet desteğiyle kristalleşecekti. İbn Suud'un reformları, 19. yüzyıldaki sertliği anımsatan bazı Vahhabi din adamları arasındaki bağnazlardan eleştiri alacaktı. Ancak diğer ulema bunlara izin verecek ve sonunda Suudi Arabistan'da kademeli reformların önü açılacaktır. Böylece yabancı dil, fen bilimleri, coğrafya vs. öğreten yeni eğitim politikaları onaylanacaktı. İhvan'ın itirazlarını geçersiz kılan Vahhabi ulema, telgraf ve diğer kablosuz iletişim sistemlerinin kullanılmasına izin verecekti. Kısa bir süre sonra petrolün keşfiyle petrol endüstrileri geliştirilecekti. Müftü Muhammed ibn İbrahim Aal eş-Şeyh gibi nüfuzlu din adamları kadınların eğitimini destekleyecektir.

Politika

İbni Abdülvehhab'a göre; İslami hükümet ve toplum için üç hedef vardır: "Allah'a inanmak, iyi davranışları emretmek ve kötülükleri yasaklamak". Bu doktrin, İbn Abdülvehhab'ın ölümünden bu yana Vahhabiler tarafından misyonerlik literatüründe, vaazlarda, fetva hükümlerinde ve dini doktrin açıklamalarında sürdürülmüştür. İbn Abdülvehhab, "dini konulardan sorumlu" İmam ve "siyasi ve askeri konulardan sorumlu" Emir için bir rol görmüştür. Buna rağmen, Suudi tarihinde İmam dini bir vaiz ya da alim değil, Muhammed ibn Suud ve sonraki Suudi hanedan yöneticileri olmuştur.

Ayrıca Müslüman yöneticinin, toplumu Allah'ın kanunlarına (Şeriat) göre yönettiği sürece tebaasından dini bir yükümlülük olarak sorgusuz sualsiz biat alması gerektiğine inanıyordu. Bir Müslüman, ölümünden sonra kurtuluşunu sağlamak için Müslüman bir yöneticiye yaşamı boyunca bey'at (bağlılık yemini) sunmalıdır. Cemaat liderleri veya ulemadan bir yöneticiye verilen herhangi bir tavsiye, dilekçe, gösteri vb. kamusal eylemler yoluyla değil, özel olmalıdır. Bu ilke, 19. yüzyılın sonlarında İkinci Suudi Devleti'nin hanedan tartışmaları sırasında karışıklığa yol açtı; isyancılar hükümdarı devirmeyi başararak hükümdar oldular. Krala geniş bir yetki alanı tanısa da şeriata saygı, kadılara (İslami hakimler) bağımsızlık vermek gibi sınırlamalar getirmektedir. Bu, onların müzakerelerine müdahale edilmemesinin yanı sıra kanunların kodifiye edilmemesi, içtihatların takip edilmemesi veya tek tip bir hukuk mahkemeleri sistemi kurulmaması anlamına geliyordu - ki bunların her ikisi de kadıların bağımsızlığını ihlal ediyordu.

Vahabiler geleneksel olarak Suud Hanedanı'na biat etmişlerdir, ancak günümüzde Al-Saud'un Allah'ın kanunlarını terk ettiğine inananlar arasında bir "Selefi cihatçılar" hareketi ortaya çıkmıştır. Zubair Qamar'a göre "standart görüş" "Vahhabilerin apolitik olduğu ve devlete karşı çıkmadığı" yönündeyken, "1800'lerde ikinci Suudi Devleti'nin yıkılmasından sonra bir grup Vahhabi arasında öne çıkan" ve 11 Eylül sonrasında Ürdünlü/Filistinli alim Ebu Muhammed el-Makdisi ve "'Şuaybi' ekolünden Vahhabi alimler" ile ilişkilendirilen bir başka Vahhabi "türü" daha vardır.

Vahabiler, Müslüman Kardeşler gibi İslamcıların siyaset ve hükümet üzerinde İslami hakimiyet inancını ve sadece gayrimüslimlere değil, hata yapan Müslümanlara karşı da tebliğin (İslam'ı tebliğ etme veya vaaz etme) önemini paylaşmaktadır. Ancak Vahhabi vaizler muhafazakârdır ve İslamcı Müslümanlar tarafından açıklanan sosyal adalet, sömürgecilik karşıtlığı veya ekonomik eşitlik gibi kavramlarla ilgilenmezler. İbn Abdülvehhab'ın orijinal anlaşması, onun mesajını savunanlara 'bu mesaj sayesinde topraklara ve insanlara hükmedeceklerini' vaat ediyordu." Sosyo-politik meseleler reformist programının önemli bir yönünü oluştururken, İbn Abdülvehhab yine de Müslüman dünyasında bir Halifelik kurmak için egemen düzenin devrimci bir şekilde devrilmesini savunmamıştır. Klasik Sünni anlayışı takip eden İbn Abdülvehhab, statüko ile uzlaşmayı savunmuş ve şöyle demiştir:

"Çok uzun zamandır, İmam Ahmed'in zamanından günümüze kadar, insanlar tek bir yönetici altında birleşmemiştir. Âlimlerin hiçbirinden, büyük imam (el-imam al-a'zam) dışında geçersiz olan herhangi bir hüküm olduğu da bilinmemektedir."

Önemli liderler

Geleneksel olarak Vahhabi "dini mülkünün" tanınmış bir başı olmuştur; bu kişi genellikle Al ash-Sheikh'in (Muhammed ibn 'Abd al-Wahhab'ın soyundan gelen) bir üyesi ya da başka bir dini liderle akrabadır. Örneğin Abd al-Latif, Abd al-Rahman ibn Hasan'ın oğluydu.

  • Muhammed ibn Abdülvehhab (1703-1792) Vahhabi hareketinin kurucusudur.
  • 'Abd Allah ibn Muhammed ibn 'Abd al-Wahhab (1752-1826), babasının 1773'te kamu hayatından emekli olmasının ardından Vehhabiliğin başına geçti. İlk Suudi emirliğinin yıkılmasından sonra Abd Allah Kahire'ye sürgüne gitti ve orada öldü.
  • Süleyman ibn Abdüllah (1780-1818) Muhammed ibn Abdülvehhab'ın torunuydu ve putperestlerin topraklarına seyahati ve orada ikamet etmeyi kısıtlayan etkili bir risalenin yazarıydı.
  • 'Abd al-Rahman ibn Hasan (1780-1869) ikinci Suudi emirliğinde dini mülkün başkanıydı.
  • 'Abd al-Latif ibn 'Abd al-Rahman (1810-1876) 1860 ve 1870'lerin başında dini emlak başkanı.
  • Abd Allah ibn Abd al-Latif Al ash-Sheikh (1848-1921) Raşidi yönetimi döneminde ve Kral Abd al-Aziz ibn Saud'un ilk yıllarında dini mülkün başıydı.
  • Muhammed ibn İbrahim Al eş-Şeyh (1893-1969) yirminci yüzyılın ortalarında Vehhabiliğin lideriydi. Kendisinin "Vahhabi dini mülküne hakim olduğu ve rakipsiz bir dini otoriteye sahip olduğu" söylenmektedir.
  • Ghaliyya al-Wahhabiyya, Turubah kasabasından "Amira al-Umara" (başkomutan) rütbesine yükselen ve Osmanlı-Suudi Savaşları sırasında Mekke'yi savunan Vahhabi güçlerine liderlik eden Bedevi bir kadındı.
  • 'Abd al-Azeez ibn Baz (1910-1999) kendi döneminde Vehhabiliğin "en önde gelen savunucusu" olarak adlandırılmıştır.
  • Muhammed ibn el-Useymîn (1925-2001) de bir başka "dev "dir. David Dean Commins'e göre, ölümlerinden bu yana "Suudi dini kurumunda aynı derecede otoriteye sahip" kimse "ortaya çıkmadı".

Uluslararası etki ve yayılma

Etki için açıklama

Khaled Abou El Fadl, Vahhabi fikirlerin İslam dünyasında yayılmasına katkıda bulunan dört ana faktör sıralamıştır:

  • Osmanlı İmparatorluğu'nu yabancı bir işgalci güç olarak gören ve Osmanlılara karşı Vahhabi isyanından güçlü bir örnek alan Arap milliyetçiliğinin cazibesi
  • Vahhabiler, klasik hukuki içtihatların çoğunu reddeden; bunun yerine doğrudan Kur'an, Hadis ve Selef'in sözlerinden İctihad yoluyla türeten Selef-i Salih'in (salih selefler) bozulmamış İslam'ına geri dönülmesi çağrısında bulunur. Bu aynı zamanda içtihadın yeniden canlandırılması ve günümüz sorunlarına çözüm aramak için Kuran ve Sünnetin yorumlanmasında doğrudan orijinal kaynaklara dönülmesi için baskı yapan İslam reformcularının da ilgisini çekmiştir.
  • Mekke ve Medine'nin kontrolü, Suudi Arabistan Kralı'nın "İki Kutsal Caminin Vasisi" ünvanını almasını sağladı. Bu durum Vahabilerin İslam kültürü ve düşüncesi üzerinde büyük bir etkiye sahip olmasını sağladı;
  • Suudi Petrol endüstrisi, özellikle 1970'lerdeki enerji krizi sırasında yaşadığı patlamadan sonra, Suudi Arabistan'ın İslam yorumlarını İslam Dünyası'nda başarılı bir şekilde tanıtmasına olanak sağladı.

Peter Mandaville iki neden daha sıralamaktadır:

  • Toplumsal faktörler: - Modernitenin etkisiyle genç kuşak Müslümanlar, ebeveynlerinin "yerelleşmiş" dini anlayışından giderek daha fazla uzaklaşmış ve Kutsal Kitaplara ve Selef-i Salih'in ilk kuşaklarına dayanan pan-İslamik bir bakış açısına yönelmişlerdir.
  • Güney Asya'da Ehl-i Hadis ve Arap dünyasında Selefiyye hareketi gibi ortak bir dini görüşü paylaşan diğer yerel İslami reformist hareketlerin yükselişi. Bu hareketler çeşitli sosyo-ekonomik, siyasi ve eğitim alanlarında işbirliğini genişletmiş ve ortak bir entelektüel ittifak oluşturmuştur. Buna ek olarak, Deobandizm gibi etkili muhafazakar reform hareketleri, doktrinel farklılıklara rağmen Vahhabilerle belli ölçüde işbirliği yapmaya başlamıştır

Fransız akademisyen ve İslamcılık eleştirmeni Gilles Kepel'e göre, 1970'lerin ortalarında petrol fiyatlarının üç katına çıkması ve 1974-1980 döneminde Saudi Aramco'nun aşamalı olarak devralınması, Vahabiliğin İslam dünyasındaki büyük etkisinin kaynağını oluşturmuştur.

... Suudi Arabistan'ın mali gücü, 1973 Arap-İsrail savaşının ardından ABD'ye karşı uygulanan petrol ambargosu sırasında fazlasıyla kanıtlanmıştı. Bu uluslararası güç gösterisi, ülkenin servetindeki astronomik artışla birlikte, Suudi Arabistan'ın bağnaz, muhafazakar Vahhabi fraksiyonunun İslam'ın küresel ifadesinde üstün bir konuma gelmesini sağladı. Suudi Arabistan'ın dünya Müslümanları üzerindeki etkisi Humeyni'nin İran'ına kıyasla daha az görünürdü, ancak etkisi daha derin ve daha kalıcıydı... Suudi Arabistan, kendisini takip eden dernekleri ve ulemayı teşvik ederek dini ortamı yeniden düzenledi ve ardından her türden İslami çıkara önemli miktarda para enjekte ederek çok daha fazla din değiştiren kazandı. Hepsinden önemlisi Suudiler, Batı'nın yozlaştırıcı etkisine karşı yeni bir standart - erdemli İslam medeniyeti - yükseltti.

Finansman

Suudi Arabistan'ın yurtdışında dini amaçlar için yaptığı harcamalara ilişkin tahminler arasında "100 milyar dolardan fazla"; 1975'ten bu yana yılda 2-3 milyar dolar (yıllık 1 milyar dolarlık Sovyet propaganda bütçesiyle karşılaştırıldığında); ve 1987'den 2007'ye kadar "en az 87 milyar dolar" bulunmaktadır.

Gazeteci Dawood al-Shirian'a göre bu cömertlik, Müslüman dünyası genelinde tahminen "tüm inanç harcamalarının %90'ını" finanse etmiştir. Bu fonlar çocuk medreselerinden üst düzey burslara kadar genç yaşlı herkese ulaşmıştır. "Kitaplar, burslar, burslar, camiler" (örneğin, "son 50 yılda Suudi kamu fonlarından 1.500'den fazla cami inşa edildi") için ödeme yapıldı. Kendisini takip eden gazeteci ve akademisyenleri ödüllendirdi ve en eski ve en etkili İslami üniversite olan El Ezher için Mısır'ın dört bir yanında uydu kampüsler inşa etti. Yahya Birt, "1.500 cami, 210 İslami merkez ve düzinelerce Müslüman akademisi ve okulu" için yapılan harcamaları sayıyor.

Dawood al-Shirian ve Lee Kuan Yew gibi gözlemcilere göre bu mali yardım, İslam'ın daha az katı yerel yorumlarını bastırmak için çok şey yaptı ve Suudi yorumunun (bazen "petro-İslam" olarak adlandırılır) birçok Müslüman'ın zihninde doğru yorum - ya da İslam'ın "altın standardı" - olarak algılanmasına neden olduğunu savundu.

Profesör Peter Mandaville, Suudi dini finansmanına ilişkin yaygın olarak bildirilen veri tahminlerinin, kaynakların "içsel olarak tutarsız" olması ve "spesifik olmayan kulaktan dolma bilgilere" dayanması nedeniyle güvenilmez olduğunu ileri sürmektedir. Mandaville'e göre, "Vahhabilik" teriminin geniş kapsamlı ve tartışmalı kullanımı, Suudi dini uluslararasılığını araştırmayı ve gerçek büyüklüğünü değerlendirmeyi daha da kafa karıştırıcı hale getirmiştir. Dahası, Soğuk Savaş sonrası dönem hükümetleri "Vahhabilik" etiketini, doktrinel olarak Vahhabilik ile çelişenler de dahil olmak üzere geniş bir dini mezhepler yelpazesini tanımlamak için yaygın olarak kullanmıştır.

Militan ve Siyasal İslam

Terörle mücadele uzmanı Thomas F. Lynch III'e göre Sünni aşırılık yanlıları 1981-2006 yılları arasında yaklaşık 7,000 kişinin ölümüne yol açan 700 terör saldırısı gerçekleştirmiştir. Vahhabilik ile bu saldırıları gerçekleştiren El Kaide gibi Selefi cihatçıların ideolojisi arasında nasıl bir bağlantı olduğu tartışmalıdır. Birçok İslamcıya göre Bin Ladin ve takipçileri kendilerini Vahhabi olarak tanımlamamıştır. Bin Ladin'in Yemenli geçmişi Vahhabi olmayan bir geçmişe işaret etmektedir. Dahası, Suudi Arabistan'ın Vahhabi uleması İsrail de dahil olmak üzere her türlü intihar saldırısının yasadışı olduğuna hükmetmişti. Zevahiri'nin hukuki risalelerinde meşrulaştırdığı intihar saldırıları doktrini Vahhabi alimler tarafından sapkınlık olarak reddedilmiştir. Jonathan Sozek, Bin Ladin'in kendisini Selefi olarak tanımlamasına rağmen Vahhabi hareketine bağlı olmadığını bildirmektedir.

1988 gibi erken bir tarihte, Suudi Arabistan'daki Dar el-İfta'nın İbn Useymin (ö. 2001) ve İbn Baz (ö. 1999) gibi etkili alimlerden oluşan Kıdemli Ulema Kurulu (BSU), çeşitli terör eylemlerini şiddetle kınayan bir fetva yayınlamıştı. Kurul üyeleri, 25 Ağustos 1988'de Taif'teki 32. oturumunda yayınladıkları kapsamlı bir fetvada, terör eylemleri için en yüksek cezayı belirlediklerini ilan etmişlerdir:

"Terörist eylemler ... 'hastalıklı kalplere' ve 'nefret dolu ruhlara' sahip, inançtan yoksun kişiler tarafından gerçekleştirilir. Bu tür şiddet eylemleri şunlardır: evleri yıkmak; yangınlar çıkarmak ... köprüleri ve tünelleri havaya uçurmak ve son olarak uçakları kaçırmak veya bombalamak... [terörizm] ulusun güvenliğini istikrarsızlaştırmayı ve zayıflatmayı ve inancı kökünden sökmeyi amaçlamaktadır. Kurul oybirliğiyle aşağıdaki kararları almıştır:

Birincisi: Eğer bir kişi evleri, camileri, okulları, hastaneleri, fabrikaları, köprüleri, cephanelikleri, su kaynaklarını, petrol boru hatlarını yıkmak, uçakları havaya uçurmak ya da kaçırmak gibi terör eylemlerinden suçlu bulunursa idam edilmelidir. Bu, yukarıda belirtilen ayetlerde kanıtlanmaktadır.

İkincisi: Kurul, herhangi bir ceza uygulamasından önce ilgili adli kurumların yukarıda belirtilen suçun işlendiğine dair kanıt sunmasını gerekli görmektedir.

Üçüncüsü: Yukarıda belirtilen cezaların medyada duyurulması esastır ..."

Buna rağmen, Lulu Schwartz (o zamanki adıyla Stephen Schwartz) gibi bazı ABD'li gazeteciler, El-Kaide ile Vahhabi bağlantılarını savunan alternatif bir görüş ortaya koydular. Haziran 2003'te, FBI El Kaide'yi "ABD'ye yönelik bir numaralı terörist tehdit" olarak listelediğinde, Amerikalı gazeteci Lulu Schwartz ve eski ABD Cumhuriyetçi Senatörü ve lobici Senatör Jon Kyl, ABD Senatosu Terörizm, Teknoloji ve İç Güvenlik Alt Komitesi önünde "Vahabiliğin günümüz dünyasındaki terörist vahşetlerin ezici çoğunluğunun kaynağı olduğunu" iddia ettiler. Davalarını sunarken şunları savundular:

11 Eylül vahşetinin üzerinden yaklaşık 22 ay geçti. O günden bu yana, Suudi Arabistan'ın ve onun resmi mezhebi olan Vahhabilik olarak bilinen ayrılıkçı, dışlayıcı ve şiddet yanlısı İslam'ın o günkü korkunç olaylardaki ve teröre karşı savaşta karşılaştığımız diğer zorluklardaki rolü hakkında pek çok soru soruldu. İntihar eden 19 pilotun tamamının Vahhabi mezhebine mensup olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Ayrıca 19 kişiden 15'i Suudi vatandaşıydı. Gazeteciler ve uzmanların yanı sıra dünya sözcüleri, Vahabiliğin Fas'tan Endonezya'ya, İsrail, Suudi Arabistan ve Çeçenistan'a kadar günümüz dünyasındaki terörist vahşetin ezici çoğunluğunun kaynağı olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca Suudi medya kaynakları, Irak'taki ABD askerlerine yönelik terörist saldırılardan Suudi Arabistan'daki Vahhabi ajanların sorumlu olduğunu tespit etmiştir. Washington Post, Felluce'de ABD güçlerine karşı düzenlenen saldırılarda Vahhabilerin parmağı olduğunu doğrulamıştır. Vahabiliğin ve terörizmin rolünü incelemek, tüm Müslümanları aşırılık yanlısı olarak etiketlemek anlamına gelmemektedir. Aslında bu noktayı çok ama çok açık bir şekilde ifade etmek istiyorum. Tam tersi bir durum söz konusudur. Vahhabiliği analiz etmek, Suudi devletinin bir kesiminin desteği sayesinde muazzam siyasi ve mali kaynaklara sahip olmasına rağmen, İslam'ı küresel olarak ele geçirmeye çalışan aşırı unsuru tanımlamak anlamına gelir [...] Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun, günümüzün uluslararası teröristlerine asker toplama zemini, destek altyapısı ve parasal can damarı sağlayan aşırılık yanlısı bir ideolojinin devlet destekli doktrini ve finansmanıdır. Bu aşırılık yanlısı ideoloji, FBI'a göre "bugün ABD'ye yönelik bir numaralı terörist tehdit" olan El Kaide gibi terörist grupların arkasındaki en önemli güç olan Vahhabiliktir.

Georgetown Üniversitesi Prens Alwaleed Müslüman-Hıristiyan Anlayış Merkezi'nde kıdemli araştırma görevlisi olan Amerikalı akademisyen Natana J. DeLong-Bas'a göre

Usame bin Ladin'in militan İslam'ının kökleri İbn Abdülvehhab'ın öğretilerine dayanmıyordu ve günümüz Suudi Arabistan'ında uygulandığı şekliyle Vahhabi İslam'ını temsil etmiyordu, ancak medya için bin Ladin'in yaşamının ilerleyen yıllarında Vahhabi İslam'ı tanımlar hale geldi. Bin Ladin'in küresel cihadı genel olarak İslam'ı ve özel olarak Vahhabi İslam'ı ne kadar "temsil etmese" de, manşet haberlerde öne çıkması Vahhabi İslam'ı yeniden canlanma ve reformdan küresel cihada uzanan bir yelpazeye taşımıştır.

Amerikalı akademisyen ve yazar Noah Feldman, "derin muhafazakâr" Vahhabiler ile Mısır İslami Cihad ve daha sonra El Kaide lideri Ayman El Zevahiri gibi "1980'ler ve 1990'lardaki siyasi İslam takipçileri" olarak adlandırdığı grup arasında ayrım yapmaktadır. Suudi Vahabiler bu dönemde "yerel Müslüman Kardeşler şubelerinin ve diğer sertlik yanlısı İslamcıların en büyük fon sağlayıcıları" olsalar da, "cihat kararının bireysel inananlara değil yöneticilere ait olduğu" yönündeki inançları nedeniyle Müslüman hükümetlere karşı cihatçı direnişe ve Müslüman liderlere suikast düzenlenmesine karşı çıkmışlardır. 2005 yılında İngiliz yazar ve din akademisyeni Karen Armstrong, "Bin Ladin Vahabilikten değil, 1966 yılında Başkan Nasır tarafından idam edilen Mısırlı ideolog Seyyid Kutub'un yazılarından esinlenmiştir. Sünni İslam'daki hemen her köktendinci hareket Kutub'dan güçlü bir şekilde etkilenmiştir, bu nedenle bazı takipçilerinin uyguladığı şiddeti "Kutub terörü" olarak adlandırmak için iyi bir neden vardır." Ancak 2014 yılında Armstrong, İslam Devleti'nin (İD) ideolojisiyle ilgili olarak "İD kesinlikle İslami bir harekettir [...] çünkü kökleri Suudi Arabistan'da uygulanan ve ancak 18. yüzyılda gelişen bir İslam biçimi olan Vahhabiliğe dayanmaktadır" demiştir.

Yakın zamanda, Ebubekir el-Bağdadi liderliğindeki Irak ve Suriye'de kendini ilan eden "İslam Devleti" hem El-Kaide'den daha şiddet yanlısı hem de Selefilik ve Selefi cihatçılığın yanı sıra Vahabiliğe daha yakın olarak tanımlandı. The New York Times muhabiri David D. Kirkpatrick'e göre:

IŞİD ya da ISIL olarak da bilinen İslam Devleti'nin liderleri, yol gösterici ilkeleri açısından Sünni İslam'ın Vahhabi hareketine neredeyse tamamen bağlı oldukları konusunda açık ve netler. Grup, kontrol ettiği okullarda Suudi Arabistan'dan gelen Vahhabi dini ders kitaplarının görüntülerini dağıtıyor. Grubun bölgesinden gelen videolarda resmi bir misyoner minibüsünün yan taraflarına yapıştırılmış Vahhabi metinleri görülüyor.

Amerikalı İslam tarihçisi Bernard Haykel'e göre "El Kaide için şiddet amaca giden bir araçtır; IŞİD için ise başlı başına bir amaçtır." Vahhabilik İslam Devleti'nin "en yakın dindaşı "dır. İD, Kutubizm ve 20. yüzyıl Mısır İslamcılığının çeşitli unsurları ile Vahhabi hareketinin doktrinlerinin ideolojik birleşimini temsil etmektedir. Muvahhidun hareketi hükümetlere karşı şiddet içeren isyanlardan kaçınırken, İD siyasi devrim çağrılarını benimsemiştir. Tarihsel olarak Vehhabiler hilafet fikrinin savunucuları olmamışken, İslam Devleti pan-İslamist küresel bir hilafetin yeniden tesisi için şiddetle mücadele etmektedir. Cihatla ilgili Kur'an ayetlerini Müslüman olmayan herkesle saldırgan bir şekilde savaşmak için gerekçe olarak kullanan İslam Devleti ideologlarının aksine, İbn Abdülvehhab bu ayetleri, savaş senaryolarında muharip olmayanların hayatlarını korumaya ek bir vurgu yaparak, savunmacı bir çaba çağrısı olarak yorumlamıştır. Ayrıca, gayrimüslimlerin kalplerini İslam'a karşı yumuşatmak için onlarla samimi ilişkiler kurulmasını savunmuş ve din değiştirme konusunda ikna edici bir yaklaşım benimsemiştir.

Yakın Doğu çalışmalarında uzmanlaşmış Amerikalı akademisyen ve tarihçi Cole Bunzel'e göre "İslam Devleti'nin dini karakteri şüphesiz büyük ölçüde Vahhabidir, ancak grup dört kritik açıdan Vahhabi geleneğinden ayrılmaktadır: hanedan ittifakı, hilafet, şiddet ve kıyamet coşkusu". İslam Devleti'nin ahir zamanla ilgili hadisleri kıyametçi bir şekilde yorumlaması, tarihi Suudi-Vahhabi devletlerinin siyasi söyleminden önemli bir kopuşu temsil etmektedir. İD'nin eskatolojik anlatısı aynı zamanda, Ahir Zaman bilgisini sadece Allah'ın bildiği işler olan El-Gayb alanı içerisinde kategorize eden Muvahhidun alimlerinin dini doktrinlerinden de ayrılmaktadır. İD, dini misyonunu Suudi monarşisi ile bütünleştirmede ilk üç Suudi-Vahhabi devletinin modelini takip etmemekte, aksine onları mürted olarak görmektedir. Küresel bir halifelik için pan-İslamist çağrı Vahabilikten bir başka ayrılıştır. Hilafet sisteminin teorik olarak detaylandırılması 20. yüzyıl öncesi Vahhabi risalelerinde belirgin bir şekilde yoktur. İronik bir şekilde, Suudi Devletleri 19. yüzyıl boyunca Halifelik kurumunu temsil ettiğini iddia eden tek Müslüman hanedan olan Osmanlı İmparatorluğu ile çatışmalar yaşamıştır. Düşmanlıklarına rağmen Vahabiler hiçbir zaman bir karşı halifelik ilan etmedi. Diğer akademisyenler Selefi-Cihatçı ideologların İslam dünyasındaki kampanyalarına meşruiyet kazandırmak için İbn Teymiyye ve İbn Abdülvehhab'ın eserlerinden yararlanma stratejisi izlediklerini öne sürmektedir. Militan Cihatçılar, İbn Teymiyye'nin fetvalarına başvurarak modern çağ ile İslam dünyasının Haçlıların sürekli saldırısı altında olduğu ortaçağ arasında bağlantı kurmaya çalışmaktadır.

Dini şiddet Diriye Emirliği'nde yok olmasa da, İslam Devleti'nin kafa kesme, yakma ve genel nüfusa psikolojik terör aşılamayı amaçlayan diğer acımasız aşırı şiddet eylemlerinin Suudi tarihinde bir benzeri yoktur. Bu eylemler, El Kaide üyesi ve Irak'taki El Kaide'nin eski lideri Ebu Musab El Zerkavi tarafından, modern cihatçı şiddetin arkasındaki kilit teorisyen ve ideolog olarak tanımlanan Mısırlı cihatçı teorisyen ve ideolog Ebu Abdullah El Muhacir'in yazılarından ilham alınarak başlatılmıştır. El-Muhacir'in halk arasında Fıkhu'd-Dima (Cihad Fıkhı ya da Kan Fıkhı) olarak bilinen şiddetle ilgili hukuki el kitabı, IŞİD'in olağanüstü şiddet eylemlerini meşrulaştırmak için kullandığı standart referanstır. Kitap, terörle mücadele uzmanı Orwa Ajjoub tarafından "intihar operasyonlarını, cesetlerin parçalanmasını, kafa kesmeyi, çocukların ve savaşçı olmayanların öldürülmesini" rasyonelleştiren ve meşrulaştıran bir kitap olarak tanımlanmıştır. Ajjoub'un teolojik ve hukuki gerekçeleri IŞİD, El Kaide ve Boko Haram'ın yanı sıra diğer bazı cihatçı terörist grupları da etkilemiştir. İD'in en kötü şöhretli eylemlerinden biri olan Ürdünlü pilot Muath al-Kasasbeh'in 2015 yılında canlı canlı yakılması, Suudi Arabistan Baş Müftüsü tarafından tüm İslami ilkeleri ihlal eden "korkunç bir suç" olarak kınanmıştır. İD'nin Hakimiyet ve Tekfir gibi teolojik kavramlara ilişkin doktriner görüşleri de tarihsel ve çağdaş Vahhabi anlayışına yabancıdır.

Muhammed İbn Abdülvehhab, 20. ve 21. yüzyılın cihatçı ideologlarının aksine, cihadı geçerli bir dini gerekçeye sahip olması gereken ve yalnızca bir imam tarafından ilan edilebilecek ve amacı kesinlikle savunma niteliğinde olması gereken bir faaliyet olarak tanımlamıştır. Çeşitli çağdaş militan Cihatçı gruplar, savaşlarını İslam topraklarını (Dar al-islam) ve Müslüman kontrolünü genişletmek için küresel bir çaba olarak teorileştirmekte ve "inançsızlığı" yok etmek amacıyla Müslüman toplumun devam eden, kalıcı bir görevi olduğuna inanmaktadır. Bir diğer hedefleri de İslam dünyasında apotat olarak gördükleri hükümetleri devirmek ve yerlerine "İslami devletler" kurmaktır. Ancak İbn Abdülvehhâb, Dir'iyye Emirliği'nin askeri seferlerinin tamamen savunma amaçlı olduğunu savunmuş ve muhaliflerini tekfiri ilk başlatanlar olarak azarlamıştır. İbn Abdülvehhâb, Vehhâbîlerin askeri seferlerini düşmanlarına karşı savunma operasyonları olarak gerekçelendirmektedir:

"Savaşa gelince, bugüne kadar canımızı ve namusumuzu savunmak dışında kimseyle savaşmadık. Onlar bizim bölgemize geldiler ve bizimle savaşmak için hiçbir çaba sarf etmediler. Onlardan bazılarına karşı savaşmaya, sadece devam eden saldırganlıklarına misilleme olarak başladık [Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür] (42:40)... Bizi kâfir ilan etmeye ve bizimle savaşmaya başlayanlar onlardır."

Dahası, Diriye Emirliği'nin yeni askere alınan askerleri tarafından işlenen aşırılıklar, bu tür savaş suçlarını kınamaya ve dini açıdan meşrulaştırmaya özen gösteren Vahhabi hareketinin ilmi liderliği tarafından azarlanmıştı. Vahhabilerin 1218-1803 yılları arasında Mekke'yi fethi sırasında işlenen askeri aşırılıkları kınayan Abdullah ibn Muhammed Aal Ash-Shaykh (1751-1829 C.E/ 1164-1244 A.H) şöyle demiştir:

"Bazı bedevilerin Taif halkına ait kitapları tahrip etmesine gelince, bu cahiller tarafından işlenmiş ve diğerleriyle birlikte bu ve benzeri eylemleri tekrarlamaktan sakındırılmışlardır. Bizim duruşumuz, Arapları esir almadığımız ve gelecekte de bunu uygulamayacağımız yönündedir. Arap olmayanlara karşı da düşmanlık başlatmadık ve kadın ve çocukların öldürülmesini kabul etmiyoruz."

Eleştiri ve destek

Diğer Müslümanların Eleştirileri

Vehhabi hareketine yönelik eleştiriler ya da eleştirmenler tarafından yapılan yorumlar arasında şunlar yer almaktadır:

  • Katı ve uzlaşmaz olmaktan çok sapkın olduğu, Tevhid'in (İslami tek tanrılı ilkeler) sınırlı tanımında İslam'ın sınırlarının ötesine geçtiği ve Vahhabi doktrinlerini ihlal eden Müslümanları tekfir etmeye (aforoz etmeye) çok istekli olduğu. Bazı kaynaklara göre, Arap Yarımadası'nın ikinci Vahhabi-Suudi fethi sırasında, bazı tahminlere göre tahmini 400.000 kişi öldürülmüş veya yaralanmıştır. Bununla birlikte, 400.000 kayıp sayısının geçerliliği tartışmalıdır ve 1990'larda ortaya çıkan bir uydurma olduğunu düşünen birçok akademisyen tarafından abartılı bir rakam olarak görülmektedir. Daha güvenilir rakamlar ölü ve yaralı sayısını 10.000 ila 25.000 arasında tahmin etmektedir.
  • Taklidi (içtihadın taklidi) reddeden ve İctihad'ın (bağımsız hukuki yargı) önünün açılmasını savunan Vahhabi duruşunun, "İslam'ın özünü aşındırabilecek" çeşitli ideolojik iddiaların formüle edilmesiyle sonuçlanacağı. Sufi gelenekçiler dört büyük mezhebe (hukuk ekolü) taklidin gerekliliğini güçlü bir şekilde vurgulamakta ve mezhebe dayalı hukuk sistemini savunmak için kurucularının öğretilerine ve mirasına başvurmaktadır.
  • Muhammed bin Suud'un İbn Abdülvehhab'ın öğretilerini yaymak için cihat etmeyi kabul etmesinin dinden ziyade geleneksel Necdi akıncılık pratiğiyle - "hayatta kalmak için içgüdüsel mücadele ve para kazanma iştahı" - ilgili olduğu;
  • Sünni İslam'da çok erken bir dönemde temel bir doktrin haline gelen "ortodoks" evliya inancını reddetmesinin, "bin yıldan uzun bir süredir İslam'ın ... ayrılmaz bir parçası" olan bir şeyden uzaklaşmayı temsil etmesi.

İlk eleştiriler

İbn Abdülvehhab'ın babasının oğlunu eleştirdiği bildirilmiştir. Anlaşmazlık, İbn Abdülvehhab'ın Hureymila'da halka açık davet faaliyetlerine başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Ancak kaynakların hiçbiri bu anlaşmazlığın tam mahiyetini belirtmemektedir. Selefi âlim İbn Useymin, İbn Abdülvehhab'ın "evliya kültlerine ve diğer yanlış uygulamalara herhangi bir destek vermediği" için muhtemelen bir akide (inançlar) meselesiyle ilgili olmadığını belirtmektedir. İhtilafların çözümünde hâkimlerin ücretlendirilmesi ve İslami öğretilerin yayılması için da'vet verme konusunda anlaşmazlığa düştükleri tahmin edilmektedir. Babasının H.1153'teki ölümüne kadar Muhammed ibn Abdülvehhab davet çabalarında aşırı aktif ve halka açık değildi.

İbn Abdülvehhab'ın kardeşi, ağabeyinin yeni öğretilerine reddiye olarak bir kitap yazdı: "Kur'an, Hadis ve Âlimlerin İbn Abdülvehhab Ekolü Hakkındaki Sözlerinden Son Söz", aynı zamanda şöyle de bilinir: "Al-Sawa`iq al-Ilahiyya fi Madhhab al-Wahhabiyya" ("Vehhabi Okulu ile İlgili İlahi Yıldırımlar"). Kardeşinin tövbe ettiği ve sonunda davetine geri döndüğü bildirilmiştir.

Hamadi Redissi, "The Refutation of Wahhabism in Arabic Sources, 1745-1932" başlıklı çalışmasında, Osmanlılar ile Mısır Hidivi Muhammed Ali arasındaki yazışmalarda Vehhabilerin bölücü bir mezhep (firka) ve aykırılar (Hariciler) olarak tanımlanmasına ilişkin orijinal referanslar sunmaktadır. Redissi, aralarında 1743 yılında Vehhabiliği cehalet olarak tanımlayan Ahmed Barakat Tandatawin'in de bulunduğu âlimlerin (müftüler) Vehhabilere yönelik reddiyelerini detaylandırmaktadır.

Sünni eleştiri

Vehhabilik birçok Sünni Müslüman tarafından şiddetle eleştirilmiş ve çeşitli Sünni alimler tarafından en sert ifadelerle "yeni bir hizip, aşağılık bir mezhep" olarak kınanmaya devam etmektedir.

18. yüzyılda, önde gelen Osmanlı Hanefi alimi İbn Abidin El-Şami, Muhammed ibn Abdülvehhab'ın Vahhabi hareketini Haricilerin günümüzdeki bir tezahürü olarak ilan etmiştir. O şöyle demiştir:

Bizim zamanımızda İbn Abdülvehhab Necdi ortaya çıktı ve iki yüce mabede (Mekke ve Medine) saldırdı. Hanbeli olduğunu iddia ediyordu, ama düşüncesi sadece kendisinin Müslüman olduğu ve diğer herkesin müşrik olduğu şeklindeydi! Bu kisve altında, Allah onları (Vehhabileri) hicri 1233 yılında Müslüman ordusu vasıtasıyla yok edene kadar Ehl-i Sünnet'in öldürülmesinin caiz olduğunu söyledi.


Muhammed İbn Abdülvehhab'ın takipçileri Hanbeli kelamcısı Ahmed İbn Teymiyye'nin (ö.1328) fikirlerini oldukça cazip bulmuş ve onu klasik ilmi referansları haline getirmişlerdir. Ancak yüzyıllar boyunca İbn Teymiyye'nin düşünceleri ilmî ana akımı oluşturanlar tarafından çoğunlukla görmezden gelinmiş ve Vehhabiler İbn Teymiyye'nin ilmî çalışmalarına aşırı önem vermekle suçlanmıştır. İbn Teymiyye ancak 19. yüzyılda Müslüman gençler üzerinde önemli bir ilmi nüfuza sahip olmuş ve 20. yüzyıla gelindiğinde İslami devrimciler için önemli bir referans haline gelmiştir. Öte yandan İbn Abdülvehhab, İbn Teymiyye'ye karşı önyargılı olduğunu reddedecek ve Hadiyya al-Thaniyya'da şöyle diyecektir

"İbn Kayyim ve ünlü hocası İbn Teymiyye, Sünni düşünce ekolüne göre doğru liderlerdi ve yazıları kalbimde değerlidir, ancak onları her konuda katı bir şekilde takip etmiyorum."


Vehhabiliğe yönelik bir başka erken dönem çürütme de Sünni Sufi hukukçu İbn Circis'ten gelmiştir. İbn Circis, "Allah'tan başka ilah olmadığını söyleyen ve Mekke'ye doğru dua eden" herkesin evliyalara dua etmesine izin verildiğini, çünkü ona göre evliyalara dua etmenin bir ibadet biçimi değil, sadece onlara seslenmek olduğunu ve dua eden kişi gömülü evliyaların olayların gidişatını belirleme gücüne sahip olduğuna inanmadıkça kabirlere yapılan ibadetin putperestlik olmadığını savunmuştur. Bu argümanlar dönemin Vahhabi lideri tarafından sapkınlık olarak özellikle reddedilmiştir.

Türkiye

Gülen hareketinin lideri Fethullah Gülen, Arapları Osmanlı İmparatorluğu'na karşı komplo kurmakla ve İslam'ı sadece Vahhabiliğe ve Arap normlarına indirgemekle suçluyor.

Malezya

Ulusal Fetva Konseyi Başkanı Dr. Abdul Shukor Husin, Vahabilerin "Peygamber Muhammed tarafından yapılmayan her uygulamayı bid'at, İslam'dan sapma ve sünnete uygun olmama olarak gördüklerini" söyledi. Ancak konseyin diğer önde gelen üyeleri bu açıklamalara açıkça karşı çıkarak mezhepsel gerilimin azaltılması çağrısında bulundu.

Güney Asya

Vahabiliğe karşı muhalefet 19. yüzyılın başlarında Güney Asya'da ortaya çıkmış ve bu muhalefete önde gelen İslam alimi ve ilahiyatçı Fazl-e-Haq Khairabadi (1796-1861) önderlik etmiştir. 19. yüzyılın sonlarında, Güney Asya'daki Vahhabi karşıtı kampanya, Vahabiliğe karşı kapsamlı yazılı reddiyeler ve polemiklerle uğraşan Ahmed Raza Khan (1856-1921) ve müritleri tarafından yönetildi. Onun hareketi Barelvi hareketi olarak tanındı ve Vahhabi inançlarının reddedilmesiyle tanımlandı. Barelvi alimlerine göre, barışı teşvik eden Barelvilerin aksine Vahabiler şiddeti öğütlemektedir. Barelviler 2016 yılında Vahabilerin ülke çapındaki camilere girmesini yasakladı. Hareketin kurucusu Ahmed Raza Han, Vahabilerin Müslüman olmadığını ve bunu anlamakta zorluk çeken her Müslümanın da İslam'ı terk ettiğini söyledi.

Somali

Somali merkezli paramiliter grup Ahlu Sunna Waljama'a, Vahhabi ideolojisinin dayatılmasını önlemek için Selefi-Cihadi militanlarla aktif bir şekilde mücadele etmektedir.

Lübnan

Lübnan merkezli ulusötesi Al-Ahbash hareketi Vahhabi ve Selefi liderleri tekfir etmektedir. El-Ahbaş'ın lideri Abdullah el-Harari, Vahhabileri Tanrı'nın antropomorfik tasvirlerine kapılmakla ve müşrikleri taklit etmekle suçluyor.

Birleşik Devletler

Nakşibendi Sufi Şeyhi Hişam Kabbani tarafından kurulan Amerika Sufi İslam Yüksek Konseyi, Vehhabiliği "aşırılıkçı" ve "sapkın" olarak kınamakta; diğer Müslümanları, özellikle de Sufileri müşrik olarak yaftalayan ve tekfir olarak bilinen bir uygulama olan terörist bir ideoloji olmakla suçlamaktadır.

2016 Çeçenistan konferansı tartışmaları

2016 yılının sonlarında, Çeçenistan'da yüzden fazla Sünni alimin katıldığı bir konferansta, El-Ezher'in mevcut dekanı Ahmed el-Tayeb'in ortodoks Sünniliği "Eş'ariler ve Muturidiler (İmam Ebu Mansur el-Maturidi ve İmam Ebul Hasan el-Eş'ari'nin itikadi sistemlerinin taraftarları) . ... dört düşünce ekolünden (Hanefi, Şafii, Maliki veya Hanbeli) herhangi birinin takipçileri ve ... ayrıca doktrinlerde, davranışlarda ve [manevi] arınmada İmam Cüneyd-i Bağdadi'nin Sufizminin takipçileri." Şeyh Ahmed el-Tayeb'in "Selefileri" Ehl-i Sünnet kavramının dışında tuttuğu ve Selefilerin -Vahhabiler olarak da bilinirler- Sünnilerden olmadıklarını söylediği iddia edilmektedir.

Ancak Yusuf el Karadavi ve Ahmed el Tayeb kongre sonrasında El-Ezher Üniversitesi'nde ayrı ayrı basın toplantısı düzenleyerek resmi görüşlerini açıkladılar. Karadavi, kongre kararlarının "Rafizi Şiiler tarafından kışkırtıldığını" iddia ederek Çeçenistan kongresini kınadı. Al-Tayeb ve Al-Qaradawi'ye göre Selefi ve Vahhabi hareketler, aralarındaki farklılıklara rağmen Eş'ari ve Maturidi ekolleriyle birlikte "Ehl-i Hadis" ekolünün ve Ehl-i Sünnet Vel Cemaat'in bir parçasıdır. Karadavi ve Ahmed, Çeçenistan kongresinin manipüle edildiğini ve konferansın gerçeklerinin medya tarafından çarpıtıldığını iddia etti.

Karadavi, Çeçenistan konferansını münafıklar tarafından "Müslümanlar arasına nifak sokmak ve ümmeti bölmek için" inşa edilen Diraar Camii'ne benzetti.

Dini olmayan motivasyonlar

Fransız Siyaset Bilimci Gilles Kepel'e göre, İbn Abdülvehhab ile kabile reisi Muhammed ibn Suud'un cahil olduğu iddia edilen komşu Müslümanlara cihat açmak için yaptıkları ittifak, İbn Abdülvehhab'ın Suudi kabilesinin uzun süredir devam eden baskınlarını Cihat olarak yeniden adlandırması nedeniyle bir "kutsama" idi. Necd'in "Hobbesçu sürekli savaş hali, Bedevi kabileleri açlıktan ölmeyi engelleyebilecek kıt kaynakların kontrolü için birbirleriyle karşı karşıya getiriyordu." Ve "dini gayretle geniş bir bölgenin 'açılması' ya da fethedilmesi" anlamına gelen fethin, "hayatta kalmak için içgüdüsel mücadele ve para kazanma iştahı" yerine ikame edilmesi durumu.

Destek

Pakistanlı şair Muhammed İkbal, hareketi Müslümanların genel durgunluğuna son vermek için kampanya yürüten İslami Rönesans'ın etkili bir çabası olarak överken şu gözlemde bulundu

Dikkat edilmesi gereken en önemli şey, bu hareketin içinde ortaya çıkan özgürlük ruhudur, ancak bu hareket de kendi tarzında muhafazakârdır. Okulların kesinliğine karĢı isyan ederken ve özel yargı hakkını Ģiddetle savunurken, geçmiĢe bakıĢı tamamen eleĢtirel değildir ve hukuk konularında esas olarak Peygamberin geleneklerine dayanır.


İslam alimi Bilal Philips, "Vahhabi" suçlamasının on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Medh'hab fanatizminin savunucuları tarafından yasal uyumsuzları tekfir etmek (aforoz etmek) için kullanıldığını ileri sürmüştür. Philips'e göre:

"Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Abdülaziz ibn Suud ve ordusu Mekke'yi fethedinceye kadar (Ekim 1924) Kabe'nin etrafında her bir mezhebe ait ayrı ibadet yerlerinin bulunması ve mezhebine bakılmaksızın tüm ibadet edenlerin tek bir imamın arkasında birleşmesi ilginçtir."


Suriyeli-Mısırlı İslami uyanışçı âlim Muhammed Raşid Rida, 20. yüzyıl boyunca Vahhabi hareketinin en etkili destekçilerinden biri olmuştur. Rida, 1890'larda Mısır'a gelişinin erken dönemlerinde, El-Cebertî ve El-Nâsırî'nin tarihlerinde hareket hakkında okuduklarından sonra Vehhabilere karşı olumlu görüşler geliştirmişti. Rida, Vehhabi hareketinin sosyal ve askeri yayılmasının İslam dünyasında otantik bir İslami uyanışı başarıyla başlatabileceğini ileri sürmüştür. Rida, Müslümanların gerilemesinin, İslam'ın bozulmamış mesajını çarpıtan Sufizm'in aşırılıklarının neden olduğu durgunluğun bir sonucu olduğuna inanıyordu. Selefiyye hareketinin önde gelen isimlerinden biri olan Rida, Vehhabiliği yeniden rehabilite etme projesini başlattı ve Al-Manar matbaası aracılığıyla Necdi ilmi risalelerini İslam dünyasında yaygınlaştırdı.

Endonezya'nın ilk devlet başkanı Sukarno, "dibawah bendera revolusi" adlı kitabında, Vahhabilerin ilerici "Tecdid" hareketinin önemli olduğu ve küresel ölçekte Müslüman dünyasına, özellikle de Endonezya gibi bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele eden yükselen uluslara olumlu etkisi olduğu yönündeki görüşünü açıkça ifade etmişti. Sukarno ayrıca "İbn Suud'un Vahhabi alimlerini bin bir çeşit Bid'atı reddetme çabalarında destekleme bilgeliğini" takdir etmiştir. Sukarno'nun Ahmed Hatib el-Minangkabawi, Agus Salim ve özellikle de ilkokul öğretmeni Hamka gibi İslamcı şahsiyetlerden de etkilendiği ileri sürülmektedir.

Ünlü Arap dilbilimci Taha Hüseyin'e (1889-1973) göre Vahhabi hareketi yeni ama aynı zamanda eskiydi. Çağdaşı olan nesiller için yeni olmasına rağmen, şirkin (çok tanrıcılık) kirleriyle kirlenmemiş saf bir İslam'a dönüş için yaptığı güçlü çağrılarla da eskiydi. Arap Uyanışı ve entelektüel yenilenmedeki rolünü takdir eden Taha Hüseyin şöyle demektedir:

"Muhammed İbn Abdülvehhab Necd halkını itikat ve amelde cahiliye yollarına döndükleri için uyarmış.... bu mezhebin hicri on ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Arapları birleştireceği umulmuştur, tıpkı hicri birinci yüzyılda İslam'ın ortaya çıkışının onları birleştirdiği gibi. Bu mezheple ilgili olarak vurgulamamız gereken şey, Araplar arasındaki entelektüel ve edebi hayat üzerindeki etkisinin çeşitli şekillerde büyük ve derin olduğudur. Arap ruhunu uyandırdı ve önüne, sevdiği ve sonuç olarak kılıç, kalem ve diğer silahlarla onun davası için mücadele ettiği yüksek bir örnek koydu. Başta Irak, Şam ve Mısır halkı olmak üzere tüm Müslümanların dikkatini yeniden Arap Yarımadası'na yöneltti."

Diğer Selefiyye hareketleriyle karşılaştırma

Diriye Emirliği'nden bir Vahhabi silahşörün portresi

Vahhabi hareketi, 18. ve 19. yüzyıllardaki bir dizi İslami uyanış hareketi arasında ortaya çıkmıştır; Örneğin 19. yüzyıl Sudan'ındaki Mehdici hareket, Libya'daki Senusi hareketi, Nijerya'daki Osman Dan Fodio'nun Fulani hareketi, Bengal'deki Hacı Şeriatullah'ın (1784-1840) Faraizi hareketi, Seyyid Ahmed Barelvi'nin (1786-1831) Hindistan Mücahidin hareketi ve Endonezya'daki Padri hareketi (1803-1837) gibi hareketlerin hepsi 19. yüzyılın sonlarındaki Arap Selefiyye hareketinin öncüleri olarak kabul edilmektedir. Bu hareketler, doğrudan temel İslami kaynaklara (Kuran ve Hadis) dönüş yoluyla İslami bir reform, yenilenme ve toplumun sosyo-ahlaki olarak yeniden üretilmesini amaçlamış ve İslam dünyasının askeri, ekonomik, sosyal, ahlaki ve kültürel durgunluklarına cevap vermiştir. Gerilemenin nedeni, Müslümanların yerel, yerli, İslami olmayan inanç ve uygulamaların sızması ve asimilasyonuyla ortaya çıkan gerçek İslami değerlerden uzaklaşması olarak tanımlandı. Öngörülen tedavi ise Müslüman toplumların "gerçek İslam'a" dönüş yoluyla arındırılmasıydı. Bu uyanış hareketlerinin temel programları şunları içeriyordu:

  • İslam tek çözümdür;
  • Kur'an ve Sünnete doğrudan dönüş;
  • Şeriatın (İslam hukuku) uygulanması hedeftir;
  • Reform çabalarına karşı çıkanlar Allah'ın düşmanlarıydı.
  • Selef dönemindeki ilk Müslümanlar gibi hareketin üyeleri de dindarlık ve askeri beceriler konusunda eğitilmiştir. Bu hareketler reformist çabalarını vaaz ve cihat yoluyla yürütmüştür.

Klasik Vehhabiyye (19. Yüzyıl)

Vahhabi hareketi diğer Selefi ve proto-Selefi hareketlerin temel doktrinel temalarını paylaşsa da, daha sonra teolojinin bazı noktalarında onlarla ayrışacaktır. Bunlar arasında kendilerine karşı çıkan ve şirk (çok tanrıcılık) olarak gördükleri inançlara sahip olan Müslümanları aforoz etme anlamına gelen tekfir etmeye yönelik gayretli bir eğilim de vardı. Dogmatizmin bu şekilde katılaşması, Muhammed İbn Abdülvehhab'ın, Emir Muhammed İbn Suud'un (1727-1765) oğlu ve halefi Abdülaziz ile toprak fetihlerini genişletme hırsı ve bu devlet faaliyetlerini cihat olarak dini açıdan meşrulaştırma ihtiyacı konusundaki anlaşmazlığı nedeniyle kamu hayatından çekildiği 1773 yılına kadar uzanmaktadır. İbn Abdülvehhab için devlet kurma ve saldırgan yayılmacılık, ihyacı ve reformist çabalarının ana temaları değildi. Suudi-Vahhabi gücü, İbn Abdülvahhab'ın 1792'deki ölümünden sonra, 1792-1814 yılları arasında zirveye ulaşmıştı. Bu dönemde İbn Abdülvehhab'ın soyundan gelen Vahhabi din adamları Suudi devletinin yayılmacı politikalarının bir aracı haline gelmiş ve Hanbeli ilahiyatçı İbn Teymiyye'nin siyasi doktrinlerini yoğun bir şekilde benimsemeye başlamıştı. Bakış açısındaki bu değişim, Vahhabilerin 1802-1803'te Kerbela'yı yağmalaması ve on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki acı fetihler gibi acımasız olaylara yol açacaktı. Diriye Emirliği'nin 1818'de yıkılmasından sonra Suudiler Necd'de Osmanlılara karşı on yıllarca sürecek bir isyana öncülük edecek ve Vahhabi ulema bunu meşrulaştırmak için göç (hicret), aforoz (tekfir) ve dini savaş (cihat) ile ilgili bazı hukuki görüşleri temel teolojik doktrinler olarak benimseyecektir. Bu durum, cihadın, askeri angajmanın sınırlarını belirleyen klasik İslam askeri hukuku doğrultusunda sınırlı bir rol oynadığı İbn Abdülvehhab'ın yazılarıyla tam bir tezat oluşturuyordu. Tekfir, Cihad, Hicret vb. konulardaki klasik Vahhabi vurgusu, on dokuzuncu yüzyıl boyunca Suudi topraklarındaki dini düşünce ve uygulamaların homojenleşmesine yol açacaktır.

Muhammed b. Abdülvehhab ve sonraki takipçileri sadece Sufiler tarafından değil, aynı zamanda Filistinli Hanbeli alim Saffârînî (ö. 1188-1774) gibi 18. yüzyıl İslam reformcuları tarafından da eleştirilere maruz kalmıştır. 1188-1774) ve ayrıca Yemenli İslam âlimi Muhammed b. İsmâil el-Emîrü's-San'ânî'nin (ö. 1182-1768) vb. doğrulanmamış raporları aracılığıyla Suudi devletinin eylemleri ve tekfir konusundaki aşırılıkları eleştirilmiştir. Etkili Yemenli reformcu Şevkani, İbn Abdülvehhab'ı ve eserlerini övmesine rağmen, ölümünden sonra Şevkani, İbn Abdülvehhab'ın sonraki takipçilerini tekfirdeki sertlikleri nedeniyle eleştirecektir. H. 1223 / M. 1818 yılında Birinci Suudi Devleti'nin yıkılmasından sonra Vehhabi hareketi, Vehhâbî olmayan Müslümanlara karşı düşmanlık sergilemesiyle karakterize olmuştur. Hareketin 1820'ler ile 1930'lar arasındaki bu aşaması genellikle "Klasik Vehhâbîlik" olarak bilinir. Klasik Vehhâbîler, Muhammed İbn İbrahim İbn Aclan, İbrahim İbn Ahmed İbn Câsir (ö. 1338-1919), Abdullâh İbn Ali İbn Amr (ö. 1326-1908) gibi Kuzey Necd'in ılımlı âlimleri arasında bölünmüştür. 1326-1908) gibi yabancılara karşı daha açık olan ve Abdüllatif ibn Abdurrahman Hasan, Hamad ibn Atik, Süleyman ibn Sihman gibi tekfir konusunda daha sert olan Güney bölgelerinin doktriner Vehhabileri. Ilımlı gruplara göre muhafazakâr Vehhabiler tekfir konusunda aşırıya kaçıyorlardı ve bu nedenle İslam ümmeti için tehlikeli bir tehdit oluşturuyorlardı. Bu iki grup arasında şiddetli tartışmalar yaşandı ve siyasi güç mücadeleleri nedeniyle sertlik yanlısı gruplar üstünlüğü ele geçirmeyi başardı. Suriye'de, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Selefiyye'nin ortaya çıkışına kadar, Vahhabi çağrıları doktriner ve siyasi nedenlerden dolayı ulema tarafından düşmanlıkla karşılanmıştır. Hint alt kıtasındaki Ehl-i Hadis uleması Arap Vehhabi alimlerle ilişki kurmuş ve onlara ders vermiş olsa da İngilizlere verdikleri raporlarda Vehhabi etkisini resmi olarak reddetmişlerdir.

Klasik Vehhabiliğin tekfiri söyleminin başlıca öncüsü, Osmanlı işgaline sert tepki gösteren İbn Abdülvehhab'ın torunu Süleyman ibn 'Abdullah Aal al-Shaykh (1785-1818) olmuştur. İbn Abdülvehhab, Arap Yarımadası'nda öncelikle vaaz ve kitlesel eğitim yoluyla reformist çabalara odaklanmıştı. Ancak daha sonra Vehhabiler de Osmanlılarla siyasi çatışmaya girecek ve yeni bir dizi polemiğe yol açacaktı. Süleyman, İbn Teymiyye ve İbn Abdülvehhab'ın eserlerinin yeniden kavramsallaştırılmasına dayanan yeni bir Tekfir kavramının temelini formüle etti ve bunu Osmanlı İmparatorluğu bağlamında uyguladı. İbn Abdülvehhab sapkın olarak gördüğü belirli inanç ve uygulamaları eleştirmeye odaklanmışken, Süleyman grupları ve mezhepleri toptan kınamaya başladı. Süleyman, İbn Teymiyye'nin El-Vela vel-Bera (sadakat ve inkâr) fikirlerini yeniden canlandırdı ve genişletilmiş Tekfir doktrininin önemli bir parçası olarak entegre etti. En önemlisi de Süleyman, Osmanlıları destekleyen, onların küfrünü görmezden gelen ya da onları onaylayan herkesi aforoz etmiştir. Ayrıca Osmanlı topraklarına seyahati yasaklamıştır çünkü ona göre bu topraklar müşrik topraklarıdır (Dar al-Harb). Süleyman çeşitli risaleleri aracılığıyla İslami Hicret kavramını kullanmış ve bunu Osmanlılara uygulayarak Müslümanların Osmanlı topraklarını terk edip Suudi topraklarına gitmelerinin farz olduğunu ileri sürmüştür.

Süleyman, 1818 yılında Dir'iyye Emirliği'nin yıkılmasının ardından Osmanlılar tarafından idam edilecektir. İkinci Suudi Devleti 1824 yılında kurulmuş ve Abdurrahman ibn Hasan (ö. 1868) gibi ilk âlimleri tekfir konusunda daha ılımlı bir yaklaşım izlemiştir. Ancak 1860'lar ve 1870'lerdeki iç savaşlar sırasında Süleyman'ın tekfiri doktrinleri Abdüllatif ibn Abdurrahman Hasan (1810-1876), öğrencisi Hammad ibn Atik (ö. 1884) ve oğlu Abdullah ibn Abdüllatif (ö. 1920) gibi âlimler tarafından yeniden canlandırılacaktır. Abdüllatif, 1869'a kadar ılımlı bir yaklaşım sürdüren ana akım söylemden ayrılarak, Osmanlı'nın Hasa seferi sonrasında İbn Teymiyye gibi geçmiş alimlerin Tekfir, Hicret, Vel Vel Bera vb. doktrinler hakkındaki fetvalarını yeniden araştırdı. Nejd Emirliği'ne yönelik tehlikeyi sezen Abdüllatif, Osmanlılar, İngilizler vb. dış düşmanlara ve Rafıziler (aşırı Şiiler) gibi iç düşmanlara karşı sadakati sağlamak ve kitlesel seferberliği mümkün kılmak için tekfiri doktrinlerini kullandı. Önde gelen bir diğer isim, Osmanlı karşıtı din adamlarının en titizi ve amansız olanı Hammad ibn 'Atiq'ti. Abdüllatif'in öğrencisi olan İbn Atik, El-Vela vel Bera doktrinlerini silah olarak kullandı ve Hicaz da dahil olmak üzere Necd dışındaki toprakların çoğunda yaşayan insanları aforoz etti. Babasının 1876'da ölümünden sonra, 'Abdullah Aal al-Şeyh en kıdemli alim oldu ve 1920'deki ölümüne kadar Süleyman ve 'Abd al-Latif'in tekfiri polemiklerini sürdürdü. Bu dönemde Vehhabi tekfir söylemlerinin çoğu siyasi fırsatçılıktan kaynaklanıyordu ve Abdüllatif gibi birçok din adamı, daha önce diğer tarafları küfür ve fitne çıkarmakla suçlamalarına rağmen birçok kez taraf değiştirdi.

Abdüllatif eş-Şeyh gibi âlimler aforoz konusunda ikircikli yaklaşımlar sergilemiştir. Bazı durumlarda siyasi muhalifleri aforoz etme konusunda sert davranırken, diğer durumlarda ılımlı görüşler dile getirmişlerdir. Sufi alim İbn Circis'in iddialarına cevaben Abdüllatif, Vehhabilerin tekfir söylemlerini mümkün olduğunca sınırlandırma konusunda ihtiyatlı davrandıklarını yineleyerek şunları söylemiştir

"Şeyh Muhammed, küfür hükmünü uygulamaktan geri durma ve vazgeçme konusunda insanların en üstünlerindendi; ta ki kendisine nasihat edecek ve böyle bir delili kendisine ulaştıracak biri olmadığı zaman -ki terk eden küfre düşer- kabir ehlinden veya onlardan başkasından Allah'tan başkasına dua eden cahilin tekfiri konusunda kararlı olmayana kadar... Kendisine bu cahillerin durumu sorulduğunda, "Kimin üzerine hüccet sabit olmuş ve o hücceti bilmeye gücü yetiyorsa, işte o, kabirlere taparak kâfir olan kimsedir" diye cevap vermiştir.


Erken Dönem Ehl-i Hadis Alimleri ile İlişkiler

Güney Asya'daki 19. yüzyıl Ehl-i Hadis hareketinin öncüsü olan Tarîkat-ı Muhammediyye, Sufi muhalifleri tarafından "Vahhabi" olarak suçlanmıştı; bu tanımlama İngilizler tarafından kolayca benimsendi. Güney Asya'nın Ehl-i Hadis âlimleri risaleleri boyunca kendilerine yöneltilen "Vehhabi" suçlamalarını reddetmişlerdir. Ehl-i Hadis'in önde gelen liderlerinden Sıddîk Hasan Hân (1832-1890), "Ahmed b. Hanbel'in ekolünü takip ettikleri, Ehl-i Hadis'in ise taklidi uygulamadığı" için kendilerini Vehhâbîlerden ayıran Tercümânü'l-vehhâbiyye (Vehhâbiyye Tercümanı) adlı risaleyi yazmıştır. İbn Teymiyye'yi bir müceddid ve müçtehid olarak selamlayan bu ilk Ehl-i Hadis âlimleri, yine de Vehhâbileri İbn Teymiyye'nin mukallidleri (körü körüne takipçileri) olarak eleştirmişlerdir. Sıddık Hasan Hân, Muhammed Hüseyin Batavî (1840-1920), Tâhâ Allâh Amritserî (1867-1948) gibi erken dönem Ehl-i Hadis'in önde gelen uleması ise 1920'lere kadar İbn Abdülvehhab'ın takipçileriyle herhangi bir ilişkisi olduğunu resmen reddeden Abdülvâhid, Abdülkerim Gaznevî, Beşîr Ahmed Sehâvânî (ö. 1908) gibi diğer Ehl-i Hadis figürleri Vehhâbîlerle olan yakınlıklarını vurgulayacaklardır.

XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Seyyid Ahmed'in Mücahidin hareketinin Balakot'ta yenilgiye uğramasının yankılarının Güney Asya'da yaygın olduğu bir dönemdi. Ehl-i Hadis takipçileri, namazda yüksek sesle "Âmin" demek gibi çeşitli uygulamalar nedeniyle zulme uğruyor ve cezalandırılıyordu. Ehl-i Hadis lideri Sıddık Hasan Han, yüksek siyasi otoriteye sahip bir İslam âlimi olarak birçok rakibin yanı sıra, kendisini İngiliz Raj'ında suç sayılan Vahhabi doktrinlerini yaymakla suçlayan İngiliz yetkililerin tehditleriyle de karşı karşıya kalmıştı. Han, Muhammed İbn Abdülvehhab'ı ve Necdi Vehhabilerin doktrinlerini savunamadığı için asıl kaygısı Hindistan'da Vehhabi olmakla suçlanan Muvahhidin'i (Ehl-i Hadis) korumaktı. Hindistan'daki Ehl-i Hadis'in inançlarının Kur'an ve Sünnet'e dayandığını ve Necdi âlimlerden kaynaklanmadığını savunarak onları Ehl-i Hadis'ten ayırmaya çalışmıştır. Bununla birlikte Han, İbn Abdülvehhab'ın cevaplarını ve hareketin çeşitli destekçileri tarafından yapılan savunmaları gündeme getirerek Vehhabilik aleyhindeki çeşitli iddiaları da çürütmüştür.

Tarjuman-i-Wahabiyah ("Vehhabiliğin Yorumcusu") adlı risalesinde Han, kendisini "Vehhabi" olarak yaftalanmaya karşı savunmuş ve bu terimin dar, yerel çağrışımları nedeniyle kullanılmasını eleştirmiştir. Esere, Necdi Vehhabileri İslami Evrenselciliği bölgesel yerelcilikle damgaladıkları için şiddetle eleştirerek başlamıştır. Khan'a göre Necdiler, Müslümanları coğrafi kimlikçilik ve katı normların kısıtlamalarına geri çekmiş ve onların bölgesel işaretlerine içerlemiştir. Peygamber'in İslam'ın her türlü bölgeselleştirilmesinden duyduğu rahatsızlığı aktarmıştır. Ayrıca Necidlileri çürütmek için meşhur Necid Hadisi'ne atıfta bulunmuştur. Siddīq Hăsán Khān'a göre, Peygamber Muhammed Necd'i kutsamayı reddetmiştir çünkü:

"Bu [sadece] ihtilaf yaratacak ve gereksiz sorunlara yol açacak [ve] Şeytan'a [Müslüman dünyasında ihtilaf yaratmak için] ideal bir oyun alanı sunacaktır."

Muhammed ibn Abdülvehhab'ın kariyerini ve faaliyetlerini özetleyen Han, onun faaliyetleri ile Seyyid Ahmed'in faaliyetleri arasında hiçbir bağlantı olmadığına dikkat çekti. Muvahhidun hareketinin 1818'de Arap Yarımadası'ndaki yükselişinin ve ardından gelen yenilgisinin izini süren Khan, İbn Abdülvehhab ve Seyyid Ahmed'in takipçilerinin emperyal güçlerin art niyetleri nedeniyle "Vahhabi" olarak etiketlendiğini ileri sürmektedir. Arap reformcunun eserleri Seyyid Ahmed'in takipçileri tarafından yayınlanmadığından, onları "Vahhabi" olarak etiketlemek dini-politik bir istismar politikasıydı. Khan, Seyyid Ahmed'in takipçileri için uygun terimin Ehl-i Hadis (Hadis takipçileri) olduğunu, zira bu terimin İslam'ın ilk dönemleri kadar eski olduğunu ileri sürmektedir.

Han, "Hidayetü's-Sa'il İla Adilletil-Mesa'il" başlıklı bir başka eserinde, Hindistan'daki Sünni Müslümanların Necdilerden farklı olduğunu, çünkü her ikisinin de farklı mezheplere (hukuk ekolleri) mensup olduğunu belirtmiştir. Necdiler İmam Ahmed'in mezhebinin takipçileriyken, Hindistan'da Hanefi mezhebi baskındı. Şah Veliyullah Dehlevi, Şah İsmail gibi geçmiş âlimler Hanefi doktrinlerini bid'atlerden arındırmış ve Kur'an ve Hadis etrafında sıkı sıkıya tutmuşlardır. Pan-İslam vizyonunu dile getiren Sıddık Hasan Hân, Hind ulemasının geniş kapsamının Muhammed İbn Abdülvehhab gibi bölgesel olarak kök salmış ve bu nedenle organik bir Müslüman birliği vizyonunun kültürel ve entelektüel alanının dışında kalan tek bir lidere bağlılıkla sınırlandırılamayacağını belirtir. Han, Ehl-i Hadis reform hareketinin ideolojik ve bölgesel olarak Necd'de kök salmış olması nedeniyle "Vahabiler" olarak adlandırılamayacağını ileri sürerek takipçilerini Necdli ortaklarından ayırmıştır. Buna rağmen, İngiliz yetkililer Han'ın literatürünün Hint ordusuna "Vahhabi müdahalesinin" yayılmasına yol açtığı suçlamasında bulundu. İronik bir şekilde, Necdi Vehhabileri eleştiren Tarjuman-i-Wahabiyah ve Hidayat al Saa'il Ila Adillatil Masaa'il, İngiliz yönetimi tarafından "kışkırtıcı" kitaplar olarak etiketlenecek ve sansürlenecektir.

Ehl-i Hadis Altında Eğitim ve Etkileri

Necdi hareketine karşı resmi olarak eleştirel tutumuna rağmen, birçok Necdi Vahhabi din öğrencisi Bhopal İslam Prensliği'ne seyahat eder ve Nawab Sıddık Hasan Han'ın vesayeti altında Hadis çalışırdı. Abdurrahman ibn Hasan eş-Şeyh'in Fethu'l-Mecid'i, çeşitli Hanbeli eserleri, İbn İsmâîl el-Emîr es-San'ânî'nin Tathirul A'tekad'ı gibi birçok Necdi Vehhabi risalesi 1881 gibi erken bir tarihte Sıddık Hasan Han'a getirilmişti. Necdi din öğrencilerinin Han nezdindeki çalışmaları, Vahhabilerin Fıkıh (İslam hukuku) yaklaşımı üzerinde derin bir etki yaratacaktır. Necdli Vehhabi âlimler, Hindistan'daki Ehl-i Hadis uleması ile yaptıkları çalışmaların ardından İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'in hukuk metodolojisini benimsemiş ve daha önce ellerinde bulunmayan kelam eserlerine, fetvalarına ve hukuki risalelerine yoğun bir şekilde başvurmaya başlamışlardır.

Vehhabiliğin Rehabilitasyonu

David Commins'e göre, 19. yüzyıl klasik Vehhabi ideolojisi İslami söylemin radikal kutbundaydı; tekfirdeki doktriner aşırılıkları Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal'deki ulema ve Sufi şeyhler arasında düşmanca kınamalara neden oldu. Suriye, Irak ve Mısır Selefileri, Vehhabilerin tekfir konusundaki doktriner aşırılıklarını reddederken; skolastik taklid uygulamaları, azizlere tapınma ritüelleri gibi yeniliklere karşı ortak mücadelelerini vurgulamışlardır. Bereketli Hilal ve Mısır'da 19. yüzyılın sonlarında Seyyid Reşid Rida liderliğindeki Selefi ulemanın desteğiyle, içtihat ve cihat gibi püriten Vahhabi felsefesinin ana unsurları İslami canlanmanın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Vehhabiliği, Sünni uzlaşının dışında kalan Harici bir sapkınlıktan ziyade otantik bir ihyacı hareket olarak sunarak, Vehhabiliğin sert tutumlarını yumuşattılar ve Arap Müslümanlar için daha kabul edilebilir hale getirdiler. Bu aynı zamanda iki savaş arası dönemde Müslüman Kardeşler gibi Selefi hareketler ile Vehhabiler arasında Avrupa tehdidine ve Batı kültürüne karşı işbirliğinin önünü açmıştır. Bu entelektüel-politik yeniden tanımlama sayesinde Vehhabilik küresel bir erişim elde edebilmiş ve alıcı bir Selefi kitle oluşturarak coğrafi ve entelektüel izolasyonuna son verebilmiştir.

Vehhabi hareketinin rehabilitasyonu, Muhammed İbn Abdülvehhab'ı ve fikirlerini savunmak için güçlü bir kampanya yürüten Suriyeli-Mısırlı İslam alimi Muhammed Raşid Rida'nın (ö.1935) liderliğindeki ilk Selefiyye tarafından savunuldu. Rida'nın kampanyasına katılan Vahhabiler de Selefi sıfat ve temaları giderek daha sık kullanmaya başladılar ve bunu "iyi Sünniler" ya da "Üniteryenler" (muvahhidûn) gibi daha önce kullanılan etiketlerden daha güçlendirici buldular. Muhammed El-Emin El-Şankiti gibi Rida'nın bazı müritleri, rehabilitasyon kampanyasının Vahabiyye'yi eleştirmeden destekleme konusunda çok ileri gittiğini düşünüyordu. Ancak Rida, Al-Shanqiti'yi haksız eleştirilerde bulunmakla suçlayarak onu yalanladı ve yükselen İngiliz tehdidiyle yüzleşmeye odaklandı. 1929 yılına gelindiğinde, Abdülaziz İbn Suud açıkça "Vahhabi" terimine karşı çıkmış, bunun yerine kendilerini ana akım Sünnilik şemsiyesi altında hizalamak için daha geniş Selefiyye hareketinin bir parçası olduklarını vurgulamıştır. Süleyman ibn Sihman'ın 1930'da ölümüyle birlikte Klasik Vehhabilerin eski muhafızları ortadan kalkmıştı. Vehhabiliğin yeni ulemasına Rida'nın müritleri ve yoldaşları hâkim olacaktı; muhafazakâr kalsalar da Klasik Vehhabiliğin sert yaklaşımını asla geliştirmediler, bunun yerine Rida'nın İslam dünyasında savunduğu "gerçek Vehhabiliği" temsil ettiler. Sonuç olarak, Rida'nın rehabilitasyon kampanyası, Suudi liderliğine ve onun Vahhabi doktrinlerine, "Selefiyye" hareketinin daha geniş şemsiyesi altında İslam Dünyasında ana akım meşruiyet kazandıracak kadar başarılı oldu.

Milattan sonra 1935 tarihli bir grup Vahhabi askerinin fotoğrafı

"Neo-Vahhabizm"

Klasik Vahhabi doktrinlerinden ziyade, Suudi Arabistan'daki yeni Vahhabizm markası, merkezi krallıkta bulunan ve liderlerinin çoğu yabancı Selefilerden oluşan ulusötesi dini örgütler aracılığıyla yayılan pan-İslami Selefilik ile karakterize edildi. Bu örgütler arasında en etkili olanı 1962 yılında kurulan Dünya Müslüman Birliği idi. Suudi Arabistan Selefi merkezlerini, yayınlarını vs. mali olarak desteklese de Vehhabilik ve Selefilik arasında belirgin farklılıklar bulunmaktadır. Vehhabilik, Suudi devleti ve onun dini kurumu olan Al ash-Shaykh ile yakından bağlantılıdır ve genellikle hukuki konularda Hanbeli içtihadını takip etmektedir. Öte yandan Selefiler devletlere ve hukuk ekollerine (Mezhepler) bağlılığı reddetme eğilimindedir. Hem Vahhabiler hem de Selefiler modern öncesi ortak ilmi paylaşırken, birincisi esas olarak İbn Abdülvahhab'ın (ö. 1792) itikadi öğretilerini takip etmeye devam etmekte ve Vahhabi fetihlerini romantikleştiren idealize edilmiş bir Suudi tarihini vurgulamaktadır. Buna karşılık Selefiyye hareketi, Afrika'dan Güney Asya'ya uzanan daha geniş bir coğrafi kapsama sahip olan ve herhangi bir devlete bağlı olmayan, 18. yüzyıldan kalma çoklu Islah (sosyo-hukuki-akidevi reformlar) ilmi geleneklerini takip etmektedir.

Avrupalı Müslüman entelektüel Muhammed Esed (ö. 1992), Vahhabi hareketini Peygamber'in bozulmamış mesajına yaptığı çağrılar ve gelecekteki İslami Rönesans hareketleri üzerindeki etkisi nedeniyle övecektir. Bununla birlikte, hareketin paradoksuna dikkat çekerek şunları söylemiştir:

"Vehhabiliğin manevi anlamı -Müslüman toplumunun içsel yenilenmesi için çabalamak- on sekizinci yüzyılın sonunda Suudi Krallığı'nın kurulması ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Arabistan'ın büyük bölümüne yayılmasıyla dışsal hedefi -sosyal ve siyasi güce ulaşmak- gerçekleştiğinde neredeyse aynı anda yozlaştı. Muhammed ibn Abdülvahhab'ın takipçileri iktidara ulaşır ulaşmaz, onun fikri mumyaya dönüştü: çünkü ruh gücün hizmetkârı olamaz - ve güç de ruhun hizmetkârı olmak istemez. Necd Vahhab'ının tarihi, önce coşku ve özlemin kanatlarında yükselen, sonra da farmasonca kendini beğenmişliğin ovalarına gömülen dini bir düşüncenin tarihidir. Çünkü her erdem, özlem ve tevazu olmaktan çıkar çıkmaz kendini yok eder."

Çağdaş İlişkiler

Orijinal Selefiyye ve onun entelektüel mirası rakip İslami hukuk geleneklerine düşman değildi. Ancak eleştirmenler, Selefilerin Suudiler tarafından desteklenen neo-Vahabilik ile uyumlu hale gelmesiyle birlikte, Suudilerin siyasi himayesi için verilen dini tavizlerin rönesans hareketinin ilk hamlelerini çarpıttığını ileri sürmektedir. Muhammed ibn 'Ali al-Shawkani (ö.1250-1835), İbn al-Amir Al-San'ani (ö.1225-1810), Muhammed Rashid Rida (ö.1354-1935) gibi ilk Selefiyye liderleri, modern bir çağda yaşayan Müslümanların karşılaştığı yeni çağdaş talepleri ve sorunları zengin İslam geleneğine sadık, pragmatik, hukuksal bir yolla çözmek için Kutsal Kitapların İctihadını (bağımsız hukuki araştırma) savunmuşlardır. Ancak, diğer Selefi hareketler Suudi destekli Neo-Vahhabi Puristler tarafından giderek daha fazla kenara itildikçe; halkın kolayca erişebileceği hale getirilen hukuki yazılar, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'in Hanbeli eserlerinin seçici bir anlayışıyla sınırlı kalarak, genellikle katı bir şekilde literalist ve daha geniş Sünni hukuk geleneğine karşı hoşgörüsüz hale geldi.

Suriyeli-Arnavut Selefi Muhaddis Muhammed Nasirüddin el-Albani (ö.1999) neo-Vahhabi müesses nizamın temel metodolojilerine açıkça meydan okumuştur. Albani'ye göre Vehhabiler doktrinel olarak Kuran'a, Hadis'e ve Selef-i Salih'in icmasına münhasıran bağlı olduklarını iddia etseler de, pratikte fetvalarında neredeyse yalnızca Hanbeli içtihadına dayanmışlar ve bu nedenle belirli bir mezhebin ilan edilmemiş partizanları olarak hareket etmişlerdir. Yirminci yüzyılda mezhep karşıtı doktrinleri savunan en önde gelen âlim olan Albani, bir mezhebe bağlılığın bid'at (dinî yenilik) olduğunu savunmuştur. Albani, İbn Abdülvehhab'ı "itikatta Selefi, ama fıkıhta değil" diye suçlayacak kadar ileri gitmiştir. İbn Abdülvehhab'a birçok noktada şiddetle saldırmış, fıkıhta müctehid olmadığını iddia etmiş ve onu Hanbeli mezhebini taklit etmekle suçlamıştır. Albani'nin açık sözlü eleştirileri Suudi din adamlarını utandırdı ve nihayet 1963'te kadınların yüzlerini açmalarına izin veren ve Hanbeli içtihadına ve Suudi standartlarına aykırı bir fetva yayınladığında onu Krallık'tan kovdular.

Ayrıca Albani, Muhammed İbn Abdülvehhab'ı hadis ilimlerindeki zayıflığı nedeniyle de eleştirecektir. Selefilik ve Vehhabilik arasında ayrım yapmış, ikincisini eleştirirken birincisini desteklemiştir. Her iki hareketle de karmaşık bir ilişkisi vardı. İbn Abdülvehhab'ı reformist çabaları ve İslam ümmetine katkılarından dolayı genel anlamda övmesine rağmen Albani, yine de onun sonraki takipçilerini tekfir konusundaki sertliklerinden dolayı kınamıştır. Albani, "Vehhabiyye" ve Selefiyye arasında ayrım yaparak şöyle demiştir:

"Vahabiye'ye gelince - benim onunla ne alakam var?! Ben onu eleştiriyorum - hatta bazen diğerlerinden daha fazla! Burada bulunanlar bunu bilir."

Buna rağmen Albani'nin hadis ihyacılığı çabaları ve Vehhabiliğin ruhuna İbn Abdülvehhab'ın kendisinden daha sadık olduğunu iddia etmesi, Albani'nin fikirlerini Suudi Arabistan da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki Selefi din öğrencileri arasında oldukça popüler hale getirmiştir.

İtikatları

Vahhabiliğin din anlayışı, Muhammed bin Abdülvahhab'ın üzerinde önemle durduğu tevhid (Allah’ın birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanır. Muhammed bin Abdülvahhab'a göre tevhid, kullukta Allah’ı bir tanımaktır. Tevhid kelimesini (Lâ ilâhe illallâh) söylemek Allah'tan başka tapınılan şeyleri tanıdıkça bir anlam taşımaz. Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Tevhid üçe ayrılır. İlki, Allah’ı isim ve sıfatlarında birlemek (tevhid-i esma ve sıfat), ikincisi Allah’ı Rabb’lıkta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah’ı ilahlığında birlemektir (tevhid-i uluhiya). Allah’ı bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur'an ve Sünnetin dışında emir ve yasak tanımamak, İslâm Peygamberi’nin döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanımak, Allah'tan başkasından yardım dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah dışındaki bir varlık için kurban kesmek, adakta bulunmak kişiyi küfre düşürür, can ve mal dokunulmazlığını ortadan kaldırır.

Bidatlar meselesi

Vahhabiliğin en önemli özelliklerinden birisi de bid'atlar karşısındaki tutumudur. Muhammed bin Abdülvahhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her şey bid'attır. Bir bid'at çıkaran melundur ve çıkardığı şey reddedilmelidir. Bid'atların çoğu insanları şirke düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Mezarlarda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak Peygamberin kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir. Şirke neden olmamaları için, mezar ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasaklanmalıdır. Ölülere niyaz, tevessül, falcılara, müneccimlere inanmak, Peygamber'in anısını yüceltmek, Muhammed'in hırkasını ve Muhammed'in sakalını ziyaret etmek, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şirk koşmaktır.

Mevlit toplantıları düzenlemek, bu toplantılarda mevlit okumak, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır. Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, tas vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayi gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmak, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyla şirke neden olan bidatlardandır. Riya için namaz kılmak, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescitlerin süslenmesi, minare yapılması da terk edilmesi gereken bidatlardır.

İtikatlarının gereği olarak tahrip edilen mezarlar